20 Nisan 2013 Cumartesi

32. Uluslararası İstanbul Film Festivali

Festivali 2001’den beri takip ederim. İlk senelerde sadece artık olmayan Emek Sineması’nın değil, Sinepop’un da festival sineması olarak bir süre izleyiciyle buluşmuş olmasından ötürü, Kadıköy Rexx’i hariç tuttuğumuz takdirde, İstanbul’u yaşamaya değer kılan nadir yerlerden İstiklal Caddesi’ne ait bir aktiviteydi İstanbul Film Festivali. Seneler geçti; bir dönem artık olmayan Yeni Rüya Sineması’nın da eklenmesiyle  festival İstiklal’in aktivitesi olma hususunda bir süre daha direndi. Seneler 2013’ü gösterdiğinde ise bu özelliğini, Nişantaşı City’s ve Ortaköy Feriye sinemalarının da dahil olmasıyla yitirdi. Aslında Ortaköy Feriye film keyfini, hele bir de festival tarzı filmlerin keyfini iyi yaşatabilen bir sinema olsa da eskiden Pazar sabahının erken saatlerinde İstiklal Caddesi’nde Lades’te yenmiş bir menemenin yanında içilmiş bir demli çayın ardından İstiklal Caddesi’nde ardı ardına filmleri izlemeye başlamak, beşinci filmin ardından ise yorgun ama mutlu olarak eve dönüp hafta sonunu dolu dolu yaşamak, mekanların mesafelerinden ötürü daha zor bir hal aldı. Yine de yaşanması zor şehir İstanbul’un en önemli aktivitelerinden biri olma özelliğini nazarımda halen daha koruyor olduğu için Pazar günü trafiğine aldırış etmeden bir günde üç ayrı semtte film izlemek gibi yeni bir heyecan yarattı bu sene festival.


Edebiyattan Beyazperdeye bölümünde Lizbon’a Gece Treni’ni görmek bu senenin en güzel sürprizlerinden biriydi. Pascal Mercier’nin Isabel Allende tarafından bile son dönemlerde okunmuş en güzel roman olarak onaylanmış olan kitabının filmini Billie August’un  yönetmenliğinde izledik. Aynı Billie August seneler önce Isabel Allende’nin en ünlü romanlarından biri olan Ruhlar Evi’ni de yine bu filmde olduğu gibi Jeremy Irons’ı başrolde oynatarak çekmişti.  Aslında bu tip etkileyici romanların filmini yaparken, romandan alınan tadın biraz olsun yakınından geçebilmek için, prodüksiyonun gerçekten iyi bütçenin de ciddi anlamda yüksek olması gerekiyor. Söz gelimi, vermiş olduğu fikirlerden en önemlisi Portekizcenin ne denli etkileyici bir dil olduğu olan bu romanın filminin tamamen İngilizce çekilmiş olması (hem de başroldeki karakter İsviçreli bir dil profesörü rolündeyken) ve romanın can alıcı bazı noktalarının filme pek yansıtılamaması gibi bazı eksiler olsa da, yine de Jeremy Irons, Charlotte Rampling ve de sadece kısa bir süre gözüken Lena Olin’in iyi oyunculukları, bir de üstüne romana olan hayranlığımız eklenince, izlenebilir kıldı Lizbon’a Gece Treni’ni. Zaten yönetmen de filmden sonraki soru cevap bölümünde tamamen romana sadık kalabilmenin ne kadar zor bir şey olduğunu belirterek, çok yapılmak istenen bir şeyin kısıtlı bir bütçeyle yapılmasıyla ilgili yerinde bir konuya değindi.  
 
                        
 
 
 
Aynı gün izlediğim diğer film olan Almodovar’ın Aklımı Oynatacağım’ı ise, yönetmenin fevkalade tüyler ürpertici ve kariyerinin yüksek bir noktası sayılabilecek İçimdeki Deri’sinden sonra, hafiften eğlenmek için çok da detaya girmeden hızlıca yapmış olduğu belli olan, komedi unsurları bir hayli önde olan, her zaman olduğu gibi kullanılan renklerden dekora Almodovar tarzına çok sadık kalınmış eğlenceli bir yapımdı.
 
Çin sinemasını fantastik savaş ve dövüş koreografilerinin olduğu hanedan dönemi filmleri dışında olduğunca detaylı bir şekilde takip etmeye özen gösteriyorum. 2008 senesinde Pekin operasının en önemli ismi Mei Lan Fang’ın hayatını filme çekerek ses getirmiş olan Chen Kaige’nin son filmi İftira Ağı’nın bu sene festivale dahil olması, festivalin ustalara saygı bölümünün uzakdoğu ayağı olarak en güzel hareketlerindendi. Zaten senelerdir ele alınan bir konu olan komünizmden sonraki yeni yaşam düzeninin acımasızlığı hakkında yapılan filmlerin bu sefer de Chen Kaige tarafından ele alınmış olması, hem dokunaklı bir hikaye, hem de tipik modern Çin sinemasının güzel bir örneğini ortaya çıkarmış.
 
Festivalin ilk Pazar’ında hepsini İstiklal Caddesi’nde görebileceğim 5 tane görmeye değer film seçebilme başarısını gösterebildim. Ustalara saygı bölümünde sabahki ilk iki seans için seçmiş olduğum iki filmden Henüz Bir Şey Görmediniz Fransız yeni dalga sinemasının iyi bilinen yönetmenlerinden Alain Resnais’nin tiyatro ile sinemayı deneysel sayabileceğimiz bir şekilde iç içe geçirmiş olduğu keyifli bir filmi iken, 103 yaşında olması çektiği filmleri daha da bir merak ettiren Manoel de Oliveira’nın Gebo ve Gölge’si, sinemaya en az yönetmen kadar emek vermiş Jeanne Moreau ve Claudia Cardinale gibi usta oyuncuların da bulunduğu sabit dekorlu ve diyalogların çok ön planda olduğu durgun bir aile dramıydı. Festival bölümlerine bir süredir girmiş olan komedi filmleri bölümü Antidepresan’dan bir sonraki seansa seçmiş olduğum Garip Turistler, yer yer güldürse de seri katilliği bir komedi unsuru olarak sunarken bekleneni verip veremediği tartışma konusu olabilecek bir komedi filmiydi. Bir sonraki seanstaki Kadın Hikayeleri bölümünden Bir Kadının Gözyaşları’nda ise Audrey Tatou’nun başrolünde olduğu 20li yıllar muhafazakar Fransa’sı ve söz konusu zaman ve mekanın içerisinde kadın olmak gibi ilgi çeken bir konu vardı. Günün kapanışı olarak ise seçmiş olduğum filmlerden en umutlu olduğum David Bowie’li Mutlu Noeller Bay Lawrence’da, zaten senelerdir müzisyenliğini hayranlıkla takip ettiğim Bowie’nin daha önce hiç izlememiş olduğum oyunculuğuna da tam puan vermiş bulunmaktayım.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
İkinci Pazar ise, hem en seçilesi filmlerin o şekilde yer alması hem de “Bu Pazar tüm sinemalarını dolaştım İstanbul’un” türünden bir maceraya girme istediğimden dolayı üç ayrı festival bölgesinde peş peşe üç ayrı filme koşturdum. Günün Antidepresan bölümündeki ilk filmi Zıt Kardeşler festivalin en merak ettiklerim arasındaki bir diğer filmiydi. Bunun sebebi, David Bowie’den sonra bu sefer de 2001’den beri sesini, müziğini ve yaptıklarını hayranlıkla takip ettiğim Fransız şarkıcı Brigitte Fontaine’in (ve de müzisyen eşi Areski Belkacem’in) oyunculuğuna şahit olacak olmamdı. Önceki hafta sonu izlemiş olduğum Antidepresan filmiyle kıyaslanıldığı zaman, tüm oyuncuların fersah fersah önde bir iş çıkarmış olduğu Zıt Kardeşler, bir hayli absürd bir ailenin hikayesinin Punk’tan beslenerek oluşturulmuş güldürüsüydü. Brigitte Fontaine’in “garip anne” rolüne süper oturmuş kısa süreli ama öz oyunculuğu ve de şarkıcının 2001’de bir hayli ses getirmiş olan Kekeland isimli albümünün sert rock parçalarından Bis Baby Boum Boum’un film müziği olarak kullanılmış olması, Zıt Kardeşler’i bir hayli keyifle izlenebilir kıldı. Zamanlamamı güzel yaptığım için diğer seansa Atlas Sineması’na yetişebilme başarısını gösterebildikten sonra, “Çekimleri oyuncunun ölümünden sonra tamamlanabilen film” ekolünün güzel bir örneği olan Kirli Kan, Film Noir’a hafifçe göz kırpan bir River Phoenix saygı duruşuydu. Final filmi Beyaz Fil ise, Gözlerindeki Sır’daki o süper çıkışını yakaladıktan sonra, ülkemize gelen her filmini takip etmeyi alışkanlık edinmiş olduğum Ricardo Darin’in, bu sefer Arjantin varoşlarındaki tüyler ürpertici ve gerçekçi hikayesiydi.. Filmin açılış ve kapanış müziği olarak Arjantinli rock grubu Intoxicados’un Las Cosas Que No Se Tocan isimli şarkısının kullanılması da, günümüz Arjantin popüler rock’ına hafiften bir giriş yaptırdı. Beyaz Fil bu sene uzun yıllar sonra ilk defa Feriye’de izlemiş olduğum tek festival filmimdi ve Emek’in olmamasının her sene yaşatmış olduğu burukluğu giderebilme görevini, güzel ortamı ve festival sineması özelliğine bir hayli sahip olmasıyla giderebildi.

  
 
 
 
 
Portekizli koca çınar Manoel de Oliveira, bu sene Ustalar bölümü dışında dünya festivallerinden bölümünde de usta İspanyol yönetmen Victor Erice, Finlandiya’dan çıkan en iddialı isimlerden Aki Kaurismaki ve diğer bir Portekizli Pedro Costa ile giriştiği 4 hikayeli ortak filmle bir kere daha izleyiciyle buluştu. 2012 Avrupa kültür başkenti seçilen Guimaraes’te çekilmiş 4 farklı hikaye vardı Tarihi Şehir Merkezi isimli bu filmde. İlk önce Aki Kaurismaki’nin kendine özgü çekimleri ve oyuncu kullanımlarını bu sefer Guimaraes’in tarihi şehir merkezinde izledik. Daha sonraki Portekiz diktası göndermeleriyle dolu aşırı deneysel,ağır ve karanlık Pedro Costa hikayesinden sonra, Victor Erice’nin, tamamı eski bir Portekiz tekstil fabrikası çalışanlarının röpörtajlarından oluşan ve günümüzde kapanmış bu fabrikanın çok eski yıllarda çekilmiş ve fabrika yemekhanesini süsleyen koskocaman bir fotoğrafından yola çıkmış bir hayli enteresan bir  kısa filmini izledik. Victor Erice’nin hep bu tip zor konuları seçip üstesinden başarıyla gelebilmiş bir yönetmen olmasının tekrar tekrar kanıtıydı bu film.  Kapanış ise, Manoel de Oliveira’nın kendini zorlamadan bizi Guiamares’in şehir merkezine turistler eşliğinde götürdüğü kısa filmdi ve filmin adının da esas ilgilisiydi.

 
 

Bu sene Uluslararası yarışma bölümünde görebilmiş olduğum tek film olan Ne yaptın Richard?, gençlik hataları konusunu işleyen kendi halinde bir İrlanda yapımıyken, aynı günün bir sonraki hafta arası akşam seansı olan İnsan Hakları bölümündeki Bir Hurdacının Hayatı ise oscarlı yönetmen Danis Tanovic’in,  sosyal güvence eşitsizliği üzerine çekmiş olduğu , oyuncuların kendilerini oynadığı moral bozucu bir sistem eleştrisiydi.
 
 
Akbank Galaları’nda seçmiş olduğum iki filmden Lanetli Kan, Park Chan Wook’un ilk Hollywood çalışması olması ve Nicole Kidman içermesi açısından festivalin en göz önünde olan filmlerindendi ve gerek oyuncu seçimi olsun, gerekse Uzakdoğu gerilimini Hollywood’a başarıyla taşıyabilme başarısını gösterebilmiş olmasından ötürü olsun, Güney Koreli yönetmenin ilk Hollywood çıkarması olarak bekleneni fazlasıyla verebildi. Neil Jordan’ın başarısı ve kitapçıkta kullanılmış olan fotoğrafın etkileyiciliğinden seçmiş olduğum diğer gala filmi Bir Vampir Hikayesi ise, vampir filmi meraklılarının beklentilerini bir hayli karşılayabilecek başarıya sahip bir film olsa da, bu tür filmlerde farklı bakış açısı bekleyen festival izleyicileri için bekleneni vermekten uzak ama yine de keyifle izlenebilir bir filmdi.
 
 
Sonsöz olarak “Özetle, tatlı ve verimli bir festival idi..” yorumuyla yazıyı sonlandırmayı bu festival için uygun görüyorum…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder