26 Ocak 2012 Perşembe

Güneye giderken sıkı giyinmek gerek: Kısa bir Arjantin seyahati

Arjantin denince aklıma hep çocukluğum gelirdi. 1986 senesinde, yani ben 8 yaşındayken, Meksika’da yapılan dünya kupası; açık mavi ve beyaz çubuklu formasıyla İngiliz defansını leblebi yer gibi çalımlamış Maradona’nın oynadığı takım. Daha sonra büyüdük ve Beyoğlu’nda bira içecek yaşa gelince Arjantin bardak girdi hayatımıza. Seyahat etmeyi hobi haline getirebilecek kadar ekonomik özgürlük kazandıktan sonra bile Güney Amerika uzak yerdi; gitmesi zordu. Ta ki, Cervantes’te öğrenilmiş birkaç kur çat pat İspanyolcanın yaratacağı motivasyon, kredi kartına 12 taksitle Güney Amerika’ya uçabilmenin bütçeyi sarsmayacak olması, Arjantin’in vize istememesi gibi faktörlerin bir araya gelmesi ve bir Kasım gecesi Frankfurt’tan binip ertesi sabah kendimi Buenos Aires’te bulmama dek...

Aslında Buenos Aires’teki pasaport kontrolü sırasında beklerken bile kendimi hala vizeden muaf olduğuma inandıramıyordum. Onca sene Schengen vizesi çıkarırken, çektirmiş olduğun biyometrik fotoğrafta nasıl baktığına bile kusur bulunmasına alıştıktan sonra elini kolunu sallaya sallaya Arjantin’e girebiliyor olmak acayip geliyordu. Zaten bir akşam önce, Lufthansa çalışanı bile pasaportu incelerken inanamamış, “Arjantin’e vize olmadığına emin misiniz?” diye sormuştu. Sıra gelip de polis damgayı basınca kaygılarımdan kurtuldum: Turista 3 meses! Arjantin resmen “Bırak Schengen’i Avrupa’yı yahu.. Ben sana onların sunacağının on katı muhteşem doğa, taze ve ucuz yemekler, şaraplar, sıcak ortam sunarım. Hem de istersen 3 ay!” diyordu..

Buenos Aires ilk bakıştaki bakımsız görüntüsüne rağmen sizi bir müddet sonra içine çekmesini iyi bilen bir şehir. Şehrin göbeğindeki meşhur dikilitaş El Obelisco ve etrafına bakıldığı zaman ilk yapılan yorum bakımsız bir İspanyol şehrine benzediği olabilir. Fakat bu görüntü şehrin lüks semtlerine doğru yol alındığı zaman yavaş yavaş daha farklı bir görüntüye dönüşüyor. Bu durumu İstanbul’a benzetirsek, Tarlabaşı’ndan Nişantaşı’na doğru yürüdüğünüzde nasıl bir değişim oluyorsa aynı değişimin El Obelisco’nun oradan Buenos Aires’in Nişantaşı’sı Recoleta’ya doğru yürüdüğünüzde de olduğunu söyleyebiliriz.



Fakat Buenos Aires’in insanı yavaştan içine çekmesinde yatan sebep ne lüks semtleri, ne şehrin futbolla yatıp futbolla kalkması ne de tangonun romantikliği. Bunlar tabii ki, şehre ilk ayak basan bir yabancının ilgisini çekecek hususlar: River Plate ve Boca Juniors rekabetine daha yakından şahit olmak için birbirinden tamamen zıt kutupta olan bu iki rakibin, yani sosyetik River’ın ve halkın içinden olma iddiası taşıyan Boca’nın stadyumunu gezmek, Şükrü Saracoğlu stadyumunun 20 sene önceki hali diye resmini çekip internete koyabileceğiniz Boca Juniors stadyumu La Bombonera’nın içindeki müzede güya ünlü futbolcularla sahte fotoğraf çektirmek, La Boca semtine kadar gelmişken renkli evlerin arasındaki ben diyim bohem siz diyin varoş yaşantıya tanıklık etmek; daha sonra da lüks semtler Belgrano, Palermo ve Recoleta’da turlayıp kültürel farkın değişikliğine şahit olmak ve bir de şehrin en gözde tango mekanı Confiteria Ideal’de birkaç figür kapmak… Tabii ki bunların hepsi bu şehre gelince yapılacaklar listesinde başı çeken şeyler. Fakat Buenos Aires’in sizi içine çektiği şeyler değil. Ya da bana göre öyle değil.. Bana göre, şehrin en karakteristik ve en kendini sevdiren özelliği koruduğu nostaljik dokusu ve bu nostaljik dokunun size sundukları.



Konuyu biraz açalım. 2004 yapımı bir Arjantin filmi olan El Abrazo Partido’da çok ilgi uyandırıcı bir husus vardır: Filmin önemli sayılabilecek bir kısmı bir pasaj içinde geçer. Pasaj kültürü.. 2000li yıllarda Güney Amerika’nın en modern başkentlerinden birinde geçen bir filmin iskeletinin bir pasajda oluşturulmuş olması, ama öyle bir pasaj düşünün ki, İstanbul’da henüz daha alışveriş merkezlerinin olmadığı bir dönemde yani 90lı yılların başına kadar İstanbul’da yer almış olan pasaj kültürünün, ama burada günümüzde hala yer alan incik boncuk satan tarihi İstiklal caddesi pasajlarından veya benzerlerinden değil, misal İstanbul’un daha arka planda olan bir semtinin, mesela Kocamustafapaşa’nın pasaj kültürünün 2000li yıllarda halen Buenos Aires’de devam ediyor olması. Sadece bununla kalmayıp, şehrin trafiğe kapalı uzun ince alışveriş caddesi Calle Florida’da sağlı sollu pasajlarla beraber nostaljik çarşı dekoruna caddenin ortasına uzun uzadıya tezgahını sermiş işportacıların eklenmiş olması. Aynı işportacıların geçim kaynağının ihmal edilemeyecek derecede önemli bir kısmının sattıkları Heavy Metal temalı tişörtler olması da bu topraklarda, zaten çeşitli videolardan defalarca şahit olunmuş olan o dinleyici kitlesini doğrularcasına, rock ve metal müziğe olan ilgiyi açıkça ortaya koyuyor.


Nostaljik doku Buenos Aires’te pasaj kültürüyle kalmamakta; çok daha fazlası da var. Vakti zamanında şehrin temelini atmış olan İtalyanlar, buraya gelirken meşhur pizzalarını getirmeyi de ihmal etmemişler ve de seneler içinde Arjantin’in pizzası kendi tarzını öyle bir oluşturmuş ki, şehrin pizzacıları mükemmel bir damak zevkinin gövde gösterisini yapmaktalar. Fakat burada çok daha farklı ve de konumuzla alakalı olan bir nokta var. Buradaki restoranların çoğu eski dekorlarına çok sadık kalmışlar. İstanbul’da bu tip mekanlar; örneğin Kadıköy’deki Baylan Pastanesi, Beyoğlu İnci Profiterol, Tarihi Sarıyer Muhallebicisi gibi mekanlar burada İstanbul’da olduğu gibi gizli saklı köşelerde kalmış keşfedilmeyi bekleyen nostaljik hazineler olmaktan çok; kendini şehrin merkezi ile özdeşleştirmiş, attığınız her adımda karşınıza çıkabilecek yerler; ünü çok da önemli değil. Aslında bu mekanların en göz önünde olan bir tanesi var: Cafe Tortoni. Şehrin simgesi durumunda burası; çünkü hem 150 seneye yakın bir geçmişi var, hem de zamanının tüm sanatçı ve entelektüel kesiminin senelerce buluşma mekanı olmuş bir yer. Fakat nostaljik mekan öyle çok ki şehrin merkezinde, 2009un 70lerde geçen dokunaklı Arjantin filmi El Secreto De Sus Ojos’un yapımcıları böyle bir ortam içinde istedikleri özelliklere sahip dekorları ararken hiç de zorlanmamışlardır.


Nostalji ile modern yapıyı iyi kaynaştırmasını bilmiş olan Arjantinliler, bütün bu mekanların çok da uzağında olmayan Puerto Madero’da modern mimarinin örneklerini de sergilemişler. Arjantin’in meşhur barbeküsü Parilla’yı ve ünü dünyada yeni sivrilmeye başlamış leziz Arjantin şarabı Malbec’i kanal kıyısı manzaralı ortamlarda hem Arjantinlilere, hem de turistlere sunmasını bilip şehre bir artı daha kazandırmışlar.


Güneye giderken sıkı giyinmek gerek demiştik başlarken. Aslında sıkı giyinmek yaz dönemlerinde gelinmiş Buenos Aires için değil, yaz dönemlerinde dahi gidilse yine sıkı giyinmeyi gerektiren Güney Amerika’nın da güneyi Patagonya’dan ve buzullara yaklaştıkça doğal olarak daha da soğuyan havadan kaynaklanan bir sebep.

Patagonya’nın en popüler buzulu Perito Moreno’yu görmek için en yakın şehir olan El Calafate’ye uçak indiğinde gözünüze çarpan ilk güzellik turkuaz rengiyle sizi karşılayan meşhur Argentino gölü oluyor. Gölün kenarından yamacından kaptırıp El Calafate’ye doğru yol alıyorsunuz daha sonra. El Calafate otelleri ve doğası itibarıyla Abant’ı hatırlatan bir yer. Yaz mevsiminde püfür püfür esiyor, tertemiz havayı ciğerlerinize çekiyorsunuz şehirde tur atarken. Perito Moreno turizminden geçinen çok ufak bir yer burası ve tek ana caddesini dağcılık malzemeleri satan dükkanlar ve et lokantaları doldurmuş. Arjantin’in genelinde zaten ünlü olan bir Parrilla var iken bu olay El Calafate’ye geldiğiniz zaman yerini Patagonya usulü kuzuya bırakıyor, önünüze taptaze gelen açık ateşte ve ilkel bir sopa düzeneğinde pişmiş bol kemikli kuzu etiyle birlikte.



El Calafate’den yaklaşık 80 km uzaklıkta bulunan Perito Moreno buzulu, aynı ismi taşıyan koskocaman parkın içerisinde bulunuyor. Bu muhteşem ortamın keyfini çıkarmak için sunulmuş üç aktivite mevcut: Buzulların üstünde trekking, tekneyle buzul kıyılarına doğru yapılan Nautical Safari ve de ziyaretçi platformundan panoramik görüntü. Haliyle ilk iki aktivite geziyi biraz daha heyecanlı bir boyuta taşırken, ziyaretçi platformunun üzerine çıkarak birkaç tane fotoğraf çekmek ve buzulun kopup Argentino gölünün türkuaz rengi suyuna karışmasını izlemek de buralara kadar gelmişken olmazsa olmazlardan. Hatta ve hatta, ziyaretçi platformunun (ve de parkın tamamının) her tarafını süsleyen Güney Amerika’ya özgü kırmızımtırak bitki firebush veya İspanyolca adıyla notro ve arka plandaki buzullardan muhteşem fotoğraf kareleri çıkıyor olduğu da, söylemeden geçilmemesi gerekenlerden.



El Calafate’de yetişen kızılcık benzeri çok meşhur bir meyve var. Zaten şehrin adı da bu meyvenin adının El Calafate olmasından kaynaklanıyor. Likör, reçel, dondurma yapımında; bölgenin meşhur birası Austral’ın aromasında kullanıyorlar bu meyveyi. Buzullarda gün boyu yapılmış bir seyahatten sonra bu meyvenin likörünü yudumlayıp bol soğuk yemiş olan bünyenizi ısıtıyor, buzul maceranızı mutlu bir şekilde sonlandırıyorsunuz. Bir inanış bu meyveden tadanın bir gün Patagonya’ya tekrar geleceğini söylüyor. Duyar duymaz inandım; çünkü ben zaten en başından beri bir gün o topraklara tekrar gideceğime, o muhteşem doğayı daha derinden keşfedeceğime inanıyorum..

15 Ocak 2012 Pazar

La Piel Que Habito

Bu sabah Facebook'ta bir arkadaşla konuşurken konu Pedro Almodovar'ın son filminden açıldığında bana "Çok gitmek istiyorum fakat sinirim bozulacak diye çekiniyorum." dedi.

Atlas Sineması'nın 16:30 matinesinde filmi gördükten hemen sonra kendisine şu mesajı attım:

"Sinirimi bozacak diye çekiniyorum demiştin ya.. Eğer öyle düşünüyorsan kesinlikle gitme ama şunu bil; çok iyi film.."


Pedro Almodovar, hemen hemen her filminde benzer konuları, benzer kadınları, benzer adamları, benzer fonları, hatta ve hatta benzer müzik ve diyalogları kullanan bir yönetmen. Ancak, kafasının içinde öyle şeyler dönüyor ki; kullanmış olduğu bu benzer unsurlar yönetmenin her yeni filminde karşımıza bambaşka bir kimliğe bürünmüş olarak çıkıyor ve bu da kendisini sürekli izlenir kılıyor. Diğer bir dikkat çeken konu da yönetmenin her filminde, sanki hastasına her seferinde daha yüksek dozda ilaç veren bir doktor gibi, tedirgin edicilik boyutunu gitgide daha da arttırması. Bunu izleyiciyi kıyamet gününde çekeceği son filme kadar alıştıra alıştıra sürükleme amacı güderek bilinçli mi yapıyor, yoksa seneler geçtikçe daha tedirgin edici bir hal alan dünyaya paralel olarak mı izleyiciye sunuyor bilmiyorum fakat böyle devam ederse kendisnin çok değil bir 10 sene içerisinde karşımıza çıkaracağı yapıt beni şimdiden bir hayli düşündürüyor.


Karanlığın, şiddetin, sapkınlığın ve gerilimin içinde Buika gibi söylediği şarkılarla bu konuda 180 derece tezat oluşturan bir sanatçıyı filmin içine bu kadar usta bir şekilde yerleştirebilmesi de belirtmeden geçilirse olmazlardan..


Sonuç olarak çok iyi bir film. Yönetmenin seneler geçtikçe ustalığına ustalık kattığının da göstergesi. Fakat yazının başındaki diyalog gibi bir düşünceniz varsa uzak durmanızda yarar olacağını düşünüyorum. Her ruh hali bir değil çünkü..

11 Ocak 2012 Çarşamba

Şangay'da Turist Olmamak

“Bir şehri daha yakından tanımak istiyorsan süpermarketine girip gofret al.” demiş birisi. Ne de güzel söylemiş!.. Bir şehrin turistik atraksiyonlarını tamamlayıp da süpermarketine girdikten sonra, genellikle hep en ücra köşede bulunan gofret reyonuna uzanana kadar bir çok yeni şeyi keşfedip, şehrin kültürü hakkında daha engin bilgilere sahip olabilirsiniz.

Hele bir de söz konusu şehir, Çin Halk Cumhuriyeti gibi girdiğiniz her sokağında batıya olan uzaklığı sonuna kadar hissettiğiniz bir ülkenin şehriyse, seyahat amacı yeni kültürler keşfetmek olan kişiler için adeta hazine niteliğindedir o şehrin ücra köşeleri.

Şangay denince ekonomi ve metropol kelimelerinin akla ilk gelen kelimeler olduğu bilinen bir gerçek. Turistik açıdan Pekin ile kıyaslandığında anında sınıfta kalır Şangay. Bund civarlarında takılıp yüksek yüksek binaların tepesine çıkar, yine bund civarlarından Nanjing Caddesi'nde yürüyüp People’s Square’a ulaşır, daha sonra da çiçeği burnunda 10 numaralı metro hattını kullanarak Yu Yuan Garden’da Uzakdoğu Sultanahmet’i deneyimi yaşarsanız turistik Şangay geziniz hemen hemen sonlanmış demektir. Peki Şangay seyahatinin size vereceği sadece bunlarla mı kısıtlıdır? Aslında konumuzdan ötürü soruyu daha farklı açıdan sormak gerek: Bir şehri gezerken sizi ilgilendiren olayın sadece turistik boyutu mu, yoksa o şehri daha da yakından tanımakla ilgileniyor musunuz?


Lafı uzatmadan konuya geçersek diyeceğim şudur ki; Şangay’da üç adet mühim cadde var: Nanjing Caddesi, Huaihai Caddesi ve de Sichuan Caddesi. Bir gün şehrin eski sakinlerinden birisinin bu üç cadde hakkındaki çok yerinde bir tespitine şahit olmuştum. Demişti ki; Nanjing Caddesi yabancı turistlerin, Huaihai Caddesi Şangay dışından gelen Çinlilerin, Sichuan Caddesi ise Şangaylıların takıldığı caddedir. Bunun üzerine ben de derim ki; Şangay’a ilk ayak bastığınızda Nanjing Caddesi'nde turistik amaçlı atılmış bir tur mantıklı olabilir. Gündüzleri capcanlı geceleri ışıl ışıldır Nanjing Caddesi. Adım başı ara sokaklardan önünüze fırlayıp size çakma rolex, dvd, çanta satmak isteyen Çinlilerle doludur. Onları başınızdan savuşturmak için iki yol deneyebilirsiniz. Birisi Kemal Sunal’ın Yedi Bela Hüsnü filmindeki tehditkar repliği “Suratımı sertleştirirsem görürsün.” repliğini kullanmak, diğeri ise Çince istemem anlamına gelen “Bu yao!” cümlesini kullanmaktan geçer. İkinci yöntemi kullanırken sık aralıklarla “Bu yao, bu yao, bu yao, bu yao, bu yao!” diye bağırırsanız, hem Çince cümlelerin kısalığından dolayı oluşmuş olan daha etkili bir hitap şekli kullanmış olur, hem de satıcıya ufak bir şok yaşatırsınız; komiktir..




Burada hemen ek bir hususa değinmek gerekir. Çin’in bu üç caddesi hatırı sayılır uzunlukta caddelerdir ve de bu yüzden Nanjing Caddesi , doğu ve batı olarak ikiye, Sichuan Caddesi ve Huaihai Caddesi güney, merkez ve kuzey olarak üçe bölünmüş olup, konumuz dahilindeki caddeler, Doğu Nanjing Caddesi, Kuzey Sichuan Caddesi ve Merkez Huaihai Caddesi’dir.

Huaihai Caddesi ise, yabancı sayısının azalıp bolca Çinlinin cirit attığı bir caddedir. Kaliteli restoranlar, sinemalar, sosyetik markalar, Şangay’ın gece hayatına yön veren mekanlar bolcadır bu caddede. Caddede atılmış güzel bir turdan sonra saatler akşam 9-10 sularını gösterdiğinde Şangay’ın en kaliteli iki caz kulübü Cotton Club veya JZ Club’da soluklanılır, canlı müzik eşliğinde bol köpüklü bir iki şişe Belçika birası yudumlayarak (Bilhassa Cotton Club’ın bira menüsü çok şahanedir) Uzakdoğu macerası içinde batı kültürü anılır.



Fakat bu üç caddenin hiçbiri Sichuan Caddesi, ama olayların esas döndüğü caddenin kuzey kısmı Kuzey Sichuan Caddesi kadar Şangaylı değildir. Klasik Şangay dokusunu korumasını bilmiştir bu cadde ve çevresi. Kapitalizm öncesi Şangay’ına ait yerleşim yerleri, binaları bolcadır her ne kadar uzak ufuklara baktığınızda yükselen gökdelenler çokça olsa da. Gökdelenlerin arasına sıkışmış gerçek Şangay’dır burası. Yol üstünde sahafların, antikacıların, 1930ların Şangay ruhunun yaşamaya devam ettiği Duolun Sokağı’na sapıp, eskicileri gezdikten sonra Old Film Cafe’de bir şeyler içip soluklanabilirsiniz. Duolun Sokağı’nın hemen çıkışındaki Doğubank işhanı benzeri mekanda diğer yerlerden daha ucuza bilgisayar ve ekipmanlarını bulabilir, az ilerideki Japon Noodle restoranları zinciri Ajisen Ramen’ın Kuzey Sichuan Caddesi’ne özel eski bina içinde kurulmuş şubesinde karnınızı doyurabilirsiniz.

Aslında yürüyerek yapılan keşif dışında bir güzel yöntem daha vardır bu destinasyonun keşfine dair. Caddenin başlangıcının kesiştiği cadde olan Haining Caddesi üzerinden yahut Kuzey Sichuan Caddesi’nin hemen başladığı yerdeki duraktan 854 numaralı otobüse binmek. Şangay’da klimalı bir otobüste yapılmış tek yön seyahat 2 yuan yani 30 cent civarı bir paraya tekabül eder ve de yaşattığı deneyim paha biçilmezdir. Durduğu her durakta, Şangay diyalektiyle otobüsün durduğu durakları bağıran muavin abla eşliğinde Kuzey Sichuan Caddesi’ni baştan başa geçer 854 numaralı otobüs ve Hongkou Futbol Stadyumu önünden geçerek Fudan Üniversitesi'ne uzanır.


Otobüs Fudan Üniversitesi’nde durmuşken buraya değinmeden de olmaz doğallıkla. Bir üniversite kampüsünün verebileceği her şeyi verir bu Şangay’ın en köklü üniversitesinin kampüsü. Şangay’ın havası kirlidir fakat bu kampus yemyeşildir, sessizdir ve sakindir. Pek araba bulunmaz burada. Çinli öğrencilerin arabayla okula gelme alışkanlığı yoktur çünkü; bisiklet kullanırlar. Sabah erken gelirseniz belki bu yeşilliğin içinde tai chi egzersizleri yapan birkaç yaşlı Çinliye de denk gelebilirsiniz. Hava güzelse Günün her saati, eski kampus binalarının içinde yükselen koca bina Guanghua Towers’ın önünde bulunan yayla gibi yeşil çimlere uzanabilir, güzel havanın keyfini sürebilirsiniz. Kampüsün arka cephesindeki caddenin üzerindeki öğrenci restoranlarında bir hayli ucuza karnınızı doyurup, Fudan öğrencilerinin uğrak mekanı olan ve Çin ruhu katılmış leziz İtalyan usulü pizzalar sunan Ciao Cafe’de, şayet artık değilseniz, öğrencilik yıllarınızın özlemini giderirsiniz. Çıkışta Ciao Cafe’nin hemen bitişiğindeki CD DVD dükkanına da uğrayıp, bilimum pop rock albümlerinin, filmlerin ucuz fakat kalitesi iş görür Çin baskılarından da edinmek istersiniz belki: Üzerinde Çince yazılar olan double bir Pink Floyd – The Wall albümü hangi gezginin ilgisini çekmez ki?

10 Ocak 2012 Salı

Özlenen Mekan Nando's ve Piri Piri

Yanlış hatırlamıyorsam Nando's İstanbul'a 2010 civarlarında açılmış, İstanbul'un alışveriş merkezi gibi göz önündeki ortamlarda kökeni Portekiz olan fantastik yemeklerle tanışmasının miladı olmuştu.

Kökeni Portekiz'in Madeira adası olan afili dana şiş yemeği Espetada'yı, Güney Afrika'daki Portekizliler tavukla yapmayı akıl edip bir de bunu yine Afrika'da keşfettikleri Piri Piri biberinin sosuyla sundular. Böylelikle Nando's, bir konsept restoranlar zinciri olarak temellerini Güney Afrika'da attıktan sonra diğer ülkelere de yayılıp Türkiye'ye kadar ulaştı.

İstanbul'da Mecidiyeköy Cevahir, Bağdat Caddesi ve Ataköy Plus olmak üzere 3 şubeyle hızlı bir giriş yapmasına rağmen yaklaşık 1,5 sene kadar dayanabildi sadece Türkiye'de. Aslında dışarıdan bakıldığında kesinlikle sinek avlayan bir görüntüye sahip değildi ki, bir süre sonra aşırı sık gitmeye başlamış bir müdavimi olan ben, kapanma sebebini bilmesem de franchising ile alakalı bir problem olduğunu düşünümekteyim halen.

Nando's müdavimliğimin sebebi ise eskiden beri olan bol acı sos kullanma alışkanlığım ve de orada ilk defa keşfetmiş olduğum Piri Piri sosunun özel Nando's sunumu olan Extra Hot'ın yaptığı bağımlılıktı.


Piri Piri sosu, et olarak dana veya balıkta iyi uyum sağlayamamasına karşılık tavuğu acı sevenler için inanılmaz bir kombinasyon. Bunun yanı sıra Portekiz usulü pilav, bulgur pilavı ve bilumum sebze yemekleri ve ızgara sebzeler; hatta Nando's deneyiminden hareketle közde mısır ve patates kızartmasında kullanıldığı zaman da acı severler için vazgeçilmez oluyor.

Zaten Piri Piri soslu tavuğu da Portekiz'e yolunuz düştüğü takdirde bilumum mekanlarda kolaylıkla bulabiliyorsunuz. Aslında 2011'de bayram tatilini geçirmek için yolum Portekiz'e düştüğünde şahsen Piri Piri sosunun bu topraklardaki ününden çok da emin değildim. Sonuçta Nando's Güney Afrika'dan çıkma bir zincir, piri piri biberi de yine Afrika'da yetişen bir biberdi. Espetada, her ne kadar Portekiz yemeği olsa da kökeni Madeira adasıydı ve ben de Porto'da denenmiş başarısız bir Espetada'dan sonra bu konunun üzerinde çok da durmamaya karar vermiştim. Ta ki, son gece kaldığım otelin restoranında tesadüfi olarak Calve'nin ufak şişedeki Piri Piri sosunu görünceye dek! Burada belirtmek gerekir bu görünümdeki soslar, mesela Tabasco veya Knorr'un meşhur sosu Acısso, hem ufak şişedeki sunumu, hem de müthiş lezzeti açısından çok başarılıdır. Bu sebeple, benzer bir sunumu Portekiz'de Piri Piri ismi altında görmek çok heyecan vericiydi. O akşamki yemekte, yemeğin üzerine ufak şişeden yapılan çok az bir damlatmanın ciddi acı kıvam ve tat olarak sonuç vermesi, ki Nando's konseptinde sunulan Piri Piri sosu bir tür karışımdır ve de ete ketçap döker gibi dökülür, sosun Portekiz'deki ünü hakkında merakımı daha da bir arttırır oldu.

Portekiz'de son gecem olduğu ve ertesi gün sabahtan havaalanına gitmem gerektiği için bu merakımı, şayet şansım varsa, giderebileceğim tek bir yer vardı. Lizbon havalimanı.. Sosun Portekiz için gerçekten geleneksel bir anlamı olduğunu havalimanındaki dükkanlarda koli halinde gördüğüm çeşitli Piri Piri sosu markalarından sonra daha iyi anlıyordum. İyi ki yerinde bir karar verip markalardan birini 12li koli olarak almışım. Çünkü şu anda evdeki kanat ziyafetlerinde Piri Piri, sofranın vazgeçilmezi olarak tahmin ettiğimden çok daha hızlı tükeniyor; kanat dışında ızgara sebzelere, bilumum sebze yemeklerine, bulgur pilavına, hatta hatta mercimek çorbasında katılmış birkaç damlada dahi muhteşem uyum sağlıyor..


Kim bilir; belki bir gün tekrar cesur bir Türk girişimci sayesinde Nando's ve Piri Piri sosuyla hazırlanmış o leziz tavuk yemeklerini memleket sınırları dahilinde tekrar görebilir, bağımlılık yapan o damak zevkine tekrar kavuşabiliriz.