Antakya için
hep kültürlerin ve medeniyetlerin birleştiği yer şeklinde yazılmış tanıtım
yazıları veya şehrin o dillere destan mutfağını içeren gurme yazıları bir hayli
popülerdir ve her yerde kolaylıkla bulunabilmektedir. Bu yüzden bunlara hiç
değinmeye gerek duymadığım gibi zaten yapmış olduğum seyahatler hakkında bir
şey yazmaya karar verdiğim zaman bu tip şeyler genellikle yazılarımın konusunu
oluşturmuyor; tıpkı bu yazıda da olduğu gibi. Buraya yapmış olduğum kısıtlı
süre zarfındaki seyahatlerden birinden döndüğümde, ekşi sözlük’e şöyle bir şey
yazmıştım:
Bu yapmış
olduğum seyahatte yanımdaki fotoğraf makinesi, yukarıda anlatılan yol tarifini
istediğim kalitede pozlayabilecek kapasiteye sahip olmadığı için o anı
pozlayamamış olmak uzunca bir süre içimde bir ukte olarak kalmıştı. Aradan 2
küsür sene geçti ve de bu sefer fırsatını bulup buraya bir kere daha ayak
basabildikten sonra bu sefer fotoğraf makinemle aynı adres tarifine uyarak bir
kiliseden diğerine yürümeye başladım.
Her yerin
iki sene önce bıraktığımın aynısı olması mekanın ufaklığı ve sakinliğinden
dolayı belki doğaldı ama tarifte adı geçen bakkalın dükkanın önünde sanki 2
senedir hiç oradan kalkmamış gibi aynı şekilde oturuyor olmasına hem şaşırdım,
hem de sempati duydum.
Bir şehrin
sizde bırakacağı sevimli etkilerin ayrıntılarda gizli oluşunu her zaman
sevmişimdir..
Festivali 2001’den beri takip ederim. İlk senelerde sadece
artık olmayan Emek Sineması’nın değil, Sinepop’un da festival sineması olarak
bir süre izleyiciyle buluşmuş olmasından ötürü, Kadıköy Rexx’i hariç tuttuğumuz
takdirde, İstanbul’u yaşamaya değer kılan nadir yerlerden İstiklal Caddesi’ne
ait bir aktiviteydi İstanbul Film Festivali. Seneler geçti; bir dönem artık
olmayan Yeni Rüya Sineması’nın da eklenmesiylefestival İstiklal’in aktivitesi olma hususunda bir süre daha direndi.
Seneler 2013’ü gösterdiğinde ise bu özelliğini, Nişantaşı City’s ve Ortaköy
Feriye sinemalarının da dahil olmasıyla yitirdi. Aslında Ortaköy Feriye film
keyfini, hele bir de festival tarzı filmlerin keyfini iyi yaşatabilen bir
sinema olsa da eskiden Pazar sabahının erken saatlerinde İstiklal Caddesi’nde
Lades’te yenmiş bir menemenin yanında içilmiş bir demli çayın ardından İstiklal
Caddesi’nde ardı ardına filmleri izlemeye başlamak, beşinci filmin ardından ise
yorgun ama mutlu olarak eve dönüp hafta sonunu dolu dolu yaşamak, mekanların
mesafelerinden ötürü daha zor bir hal aldı. Yine de yaşanması zor şehir
İstanbul’un en önemli aktivitelerinden biri olma özelliğini nazarımda halen
daha koruyor olduğu için Pazar günü trafiğine aldırış etmeden bir günde üç ayrı
semtte film izlemek gibi yeni bir heyecan yarattı bu sene festival.
Edebiyattan Beyazperdeye bölümünde Lizbon’a Gece Treni’ni görmek bu senenin en güzel sürprizlerinden
biriydi. Pascal Mercier’nin Isabel Allende tarafından bile son dönemlerde
okunmuş en güzel roman olarak onaylanmış olan kitabının filmini Billie
August’un yönetmenliğinde izledik. Aynı
Billie August seneler önce Isabel Allende’nin en ünlü romanlarından biri olan
Ruhlar Evi’ni de yine bu filmde olduğu gibi Jeremy Irons’ı başrolde oynatarak çekmişti.Aslında bu tip etkileyici romanların filmini
yaparken, romandan alınan tadın biraz olsun yakınından geçebilmek için,
prodüksiyonun gerçekten iyi bütçenin de ciddi anlamda yüksek olması gerekiyor.
Söz gelimi, vermiş olduğu fikirlerden en önemlisi Portekizcenin ne denli
etkileyici bir dil olduğu olan bu romanın filminin tamamen İngilizce çekilmiş
olması (hem de başroldeki karakter İsviçreli bir dil profesörü rolündeyken) ve
romanın can alıcı bazı noktalarının filme pek yansıtılamaması gibi bazı eksiler
olsa da, yine de Jeremy Irons, Charlotte Rampling ve de sadece kısa bir süre
gözüken Lena Olin’in iyi oyunculukları, bir de üstüne romana olan hayranlığımız
eklenince, izlenebilir kıldı Lizbon’a Gece Treni’ni. Zaten yönetmen de filmden
sonraki soru cevap bölümünde tamamen romana sadık kalabilmenin ne kadar zor bir
şey olduğunu belirterek, çok yapılmak istenen bir şeyin kısıtlı bir bütçeyle
yapılmasıyla ilgili yerinde bir konuya değindi.
Aynı gün izlediğim diğer film olan Almodovar’ın Aklımı Oynatacağım’ı ise, yönetmenin
fevkalade tüyler ürpertici ve kariyerinin yüksek bir noktası sayılabilecek
İçimdeki Deri’sinden sonra, hafiften eğlenmek için çok da detaya girmeden
hızlıca yapmış olduğu belli olan, komedi unsurları bir hayli önde olan, her
zaman olduğu gibi kullanılan renklerden dekora Almodovar tarzına çok sadık kalınmış
eğlenceli bir yapımdı.
Çin sinemasını fantastik savaş ve dövüş koreografilerinin
olduğu hanedan dönemi filmleri dışında olduğunca detaylı bir şekilde takip etmeye
özen gösteriyorum. 2008 senesinde Pekin operasının en önemli ismi Mei Lan
Fang’ın hayatını filme çekerek ses getirmiş olan Chen Kaige’nin son filmi İftira Ağı’nın bu sene festivale dahil
olması, festivalin ustalara saygı bölümünün uzakdoğu ayağı olarak en güzel
hareketlerindendi. Zaten senelerdir ele alınan bir konu olan komünizmden
sonraki yeni yaşam düzeninin acımasızlığı hakkında yapılan filmlerin bu sefer
de Chen Kaige tarafından ele alınmış olması, hem dokunaklı bir hikaye, hem de
tipik modern Çin sinemasının güzel bir örneğini ortaya çıkarmış.
Festivalin ilk Pazar’ında hepsini İstiklal Caddesi’nde
görebileceğim 5 tane görmeye değer film seçebilme başarısını gösterebildim. Ustalara
saygı bölümünde sabahki ilk iki seans için seçmiş olduğum iki filmden Henüz Bir Şey Görmediniz Fransız yeni
dalga sinemasının iyi bilinen yönetmenlerinden Alain Resnais’nin tiyatro ile
sinemayı deneysel sayabileceğimiz bir şekilde iç içe geçirmiş olduğu keyifli
bir filmi iken, 103 yaşında olması çektiği filmleri daha da bir merak ettiren
Manoel de Oliveira’nın Gebo ve Gölge’si,
sinemaya en az yönetmen kadar emek vermiş Jeanne Moreau ve Claudia Cardinale
gibi usta oyuncuların da bulunduğu sabit dekorlu ve diyalogların çok ön planda
olduğu durgun bir aile dramıydı. Festival bölümlerine bir süredir girmiş olan
komedi filmleri bölümü Antidepresan’dan bir sonraki seansa seçmiş olduğum Garip Turistler, yer yer güldürse de
seri katilliği bir komedi unsuru olarak sunarken bekleneni verip veremediği
tartışma konusu olabilecek bir komedi filmiydi. Bir sonraki seanstaki Kadın
Hikayeleri bölümünden Bir Kadının
Gözyaşları’nda ise Audrey Tatou’nun başrolünde olduğu 20li yıllar
muhafazakar Fransa’sı ve söz konusu zaman ve mekanın içerisinde kadın olmak
gibi ilgi çeken bir konu vardı. Günün kapanışı olarak ise seçmiş olduğum
filmlerden en umutlu olduğum David Bowie’li Mutlu Noeller Bay Lawrence’da, zaten senelerdir müzisyenliğini
hayranlıkla takip ettiğim Bowie’nin daha önce hiç izlememiş olduğum oyunculuğuna
da tam puan vermiş bulunmaktayım.
İkinci Pazar ise, hem en seçilesi filmlerin o şekilde yer
alması hem de “Bu Pazar tüm sinemalarını dolaştım İstanbul’un” türünden bir
maceraya girme istediğimden dolayı üç ayrı festival bölgesinde peş peşe üç ayrı
filme koşturdum. Günün Antidepresan bölümündeki ilk filmi Zıt Kardeşler festivalin en merak ettiklerim arasındaki bir diğer
filmiydi. Bunun sebebi, David Bowie’den sonra bu sefer de 2001’den beri sesini,
müziğini ve yaptıklarını hayranlıkla takip ettiğim Fransız şarkıcı Brigitte
Fontaine’in (ve de müzisyen eşi Areski Belkacem’in) oyunculuğuna şahit olacak
olmamdı. Önceki hafta sonu izlemiş olduğum Antidepresan filmiyle kıyaslanıldığı
zaman, tüm oyuncuların fersah fersah önde bir iş çıkarmış olduğu Zıt Kardeşler,
bir hayli absürd bir ailenin hikayesinin Punk’tan beslenerek oluşturulmuş
güldürüsüydü. Brigitte Fontaine’in “garip anne” rolüne süper oturmuş kısa
süreli ama öz oyunculuğu ve de şarkıcının 2001’de bir hayli ses getirmiş olan
Kekeland isimli albümünün sert rock parçalarından Bis Baby Boum Boum’un film
müziği olarak kullanılmış olması, Zıt Kardeşler’i bir hayli keyifle izlenebilir
kıldı. Zamanlamamı güzel yaptığım için diğer seansa Atlas Sineması’na
yetişebilme başarısını gösterebildikten sonra, “Çekimleri oyuncunun ölümünden
sonra tamamlanabilen film” ekolünün güzel bir örneği olan Kirli Kan, Film Noir’a hafifçe göz kırpan bir River Phoenix saygı
duruşuydu. Final filmi Beyaz Fil
ise, Gözlerindeki Sır’daki o süper çıkışını yakaladıktan sonra, ülkemize gelen
her filmini takip etmeyi alışkanlık edinmiş olduğum Ricardo Darin’in, bu sefer
Arjantin varoşlarındaki tüyler ürpertici ve gerçekçi hikayesiydi.. Filmin
açılış ve kapanış müziği olarak Arjantinli rock grubu Intoxicados’un Las Cosas
Que No Se Tocan isimli şarkısının kullanılması da, günümüz Arjantin popüler
rock’ına hafiften bir giriş yaptırdı. Beyaz Fil bu sene uzun yıllar sonra ilk
defa Feriye’de izlemiş olduğum tek festival filmimdi ve Emek’in olmamasının her
sene yaşatmış olduğu burukluğu giderebilme görevini, güzel ortamı ve festival
sineması özelliğine bir hayli sahip olmasıyla giderebildi.
Portekizli koca çınar Manoel de Oliveira, bu sene Ustalar
bölümü dışında dünya festivallerinden bölümünde de usta İspanyol yönetmen
Victor Erice, Finlandiya’dan çıkan en iddialı isimlerden Aki Kaurismaki ve
diğer bir Portekizli Pedro Costa ile giriştiği 4 hikayeli ortak filmle bir kere
daha izleyiciyle buluştu. 2012 Avrupa kültür başkenti seçilen Guimaraes’te
çekilmiş 4 farklı hikaye vardı Tarihi
Şehir Merkezi isimli bu filmde. İlk önce Aki Kaurismaki’nin kendine özgü
çekimleri ve oyuncu kullanımlarını bu sefer Guimaraes’in tarihi şehir
merkezinde izledik. Daha sonraki Portekiz diktası göndermeleriyle dolu aşırı
deneysel,ağır ve karanlık Pedro Costa hikayesinden sonra, Victor Erice’nin,
tamamı eski bir Portekiz tekstil fabrikası çalışanlarının röpörtajlarından
oluşan ve günümüzde kapanmış bu fabrikanın çok eski yıllarda çekilmiş ve
fabrika yemekhanesini süsleyen koskocaman bir fotoğrafından yola çıkmış bir
hayli enteresan bir kısa filmini
izledik. Victor Erice’nin hep bu tip zor konuları seçip üstesinden başarıyla
gelebilmiş bir yönetmen olmasının tekrar tekrar kanıtıydı bu film.Kapanış ise, Manoel de Oliveira’nın kendini
zorlamadan bizi Guiamares’in şehir merkezine turistler eşliğinde götürdüğü kısa
filmdi ve filmin adının da esas ilgilisiydi.
Bu sene Uluslararası yarışma bölümünde görebilmiş olduğum
tek film olan Ne yaptın Richard?,
gençlik hataları konusunu işleyen kendi halinde bir İrlanda yapımıyken, aynı
günün bir sonraki hafta arası akşam seansı olan İnsan Hakları bölümündeki Bir Hurdacının Hayatı ise oscarlı
yönetmen Danis Tanovic’in,sosyal
güvence eşitsizliği üzerine çekmiş olduğu , oyuncuların kendilerini oynadığı
moral bozucu bir sistem eleştrisiydi.
Akbank Galaları’nda seçmiş olduğum iki
filmden Lanetli Kan, Park Chan
Wook’un ilk Hollywood çalışması olması ve Nicole Kidman içermesi açısından
festivalin en göz önünde olan filmlerindendi ve gerek oyuncu seçimi olsun,
gerekse Uzakdoğu gerilimini Hollywood’a başarıyla taşıyabilme başarısını
gösterebilmiş olmasından ötürü olsun, Güney Koreli yönetmenin ilk Hollywood
çıkarması olarak bekleneni fazlasıyla verebildi. Neil Jordan’ın başarısı ve
kitapçıkta kullanılmış olan fotoğrafın etkileyiciliğinden seçmiş olduğum diğer
gala filmi Bir Vampir Hikayesi ise,
vampir filmi meraklılarının beklentilerini bir hayli karşılayabilecek başarıya
sahip bir film olsa da, bu tür filmlerde farklı bakış açısı bekleyen festival izleyicileri
için bekleneni vermekten uzak ama yine de keyifle izlenebilir bir filmdi.
Sonsöz olarak “Özetle, tatlı ve verimli bir festival idi..”
yorumuyla yazıyı sonlandırmayı bu festival için uygun görüyorum…