26 Ocak 2012 Perşembe

Güneye giderken sıkı giyinmek gerek: Kısa bir Arjantin seyahati

Arjantin denince aklıma hep çocukluğum gelirdi. 1986 senesinde, yani ben 8 yaşındayken, Meksika’da yapılan dünya kupası; açık mavi ve beyaz çubuklu formasıyla İngiliz defansını leblebi yer gibi çalımlamış Maradona’nın oynadığı takım. Daha sonra büyüdük ve Beyoğlu’nda bira içecek yaşa gelince Arjantin bardak girdi hayatımıza. Seyahat etmeyi hobi haline getirebilecek kadar ekonomik özgürlük kazandıktan sonra bile Güney Amerika uzak yerdi; gitmesi zordu. Ta ki, Cervantes’te öğrenilmiş birkaç kur çat pat İspanyolcanın yaratacağı motivasyon, kredi kartına 12 taksitle Güney Amerika’ya uçabilmenin bütçeyi sarsmayacak olması, Arjantin’in vize istememesi gibi faktörlerin bir araya gelmesi ve bir Kasım gecesi Frankfurt’tan binip ertesi sabah kendimi Buenos Aires’te bulmama dek...

Aslında Buenos Aires’teki pasaport kontrolü sırasında beklerken bile kendimi hala vizeden muaf olduğuma inandıramıyordum. Onca sene Schengen vizesi çıkarırken, çektirmiş olduğun biyometrik fotoğrafta nasıl baktığına bile kusur bulunmasına alıştıktan sonra elini kolunu sallaya sallaya Arjantin’e girebiliyor olmak acayip geliyordu. Zaten bir akşam önce, Lufthansa çalışanı bile pasaportu incelerken inanamamış, “Arjantin’e vize olmadığına emin misiniz?” diye sormuştu. Sıra gelip de polis damgayı basınca kaygılarımdan kurtuldum: Turista 3 meses! Arjantin resmen “Bırak Schengen’i Avrupa’yı yahu.. Ben sana onların sunacağının on katı muhteşem doğa, taze ve ucuz yemekler, şaraplar, sıcak ortam sunarım. Hem de istersen 3 ay!” diyordu..

Buenos Aires ilk bakıştaki bakımsız görüntüsüne rağmen sizi bir müddet sonra içine çekmesini iyi bilen bir şehir. Şehrin göbeğindeki meşhur dikilitaş El Obelisco ve etrafına bakıldığı zaman ilk yapılan yorum bakımsız bir İspanyol şehrine benzediği olabilir. Fakat bu görüntü şehrin lüks semtlerine doğru yol alındığı zaman yavaş yavaş daha farklı bir görüntüye dönüşüyor. Bu durumu İstanbul’a benzetirsek, Tarlabaşı’ndan Nişantaşı’na doğru yürüdüğünüzde nasıl bir değişim oluyorsa aynı değişimin El Obelisco’nun oradan Buenos Aires’in Nişantaşı’sı Recoleta’ya doğru yürüdüğünüzde de olduğunu söyleyebiliriz.



Fakat Buenos Aires’in insanı yavaştan içine çekmesinde yatan sebep ne lüks semtleri, ne şehrin futbolla yatıp futbolla kalkması ne de tangonun romantikliği. Bunlar tabii ki, şehre ilk ayak basan bir yabancının ilgisini çekecek hususlar: River Plate ve Boca Juniors rekabetine daha yakından şahit olmak için birbirinden tamamen zıt kutupta olan bu iki rakibin, yani sosyetik River’ın ve halkın içinden olma iddiası taşıyan Boca’nın stadyumunu gezmek, Şükrü Saracoğlu stadyumunun 20 sene önceki hali diye resmini çekip internete koyabileceğiniz Boca Juniors stadyumu La Bombonera’nın içindeki müzede güya ünlü futbolcularla sahte fotoğraf çektirmek, La Boca semtine kadar gelmişken renkli evlerin arasındaki ben diyim bohem siz diyin varoş yaşantıya tanıklık etmek; daha sonra da lüks semtler Belgrano, Palermo ve Recoleta’da turlayıp kültürel farkın değişikliğine şahit olmak ve bir de şehrin en gözde tango mekanı Confiteria Ideal’de birkaç figür kapmak… Tabii ki bunların hepsi bu şehre gelince yapılacaklar listesinde başı çeken şeyler. Fakat Buenos Aires’in sizi içine çektiği şeyler değil. Ya da bana göre öyle değil.. Bana göre, şehrin en karakteristik ve en kendini sevdiren özelliği koruduğu nostaljik dokusu ve bu nostaljik dokunun size sundukları.



Konuyu biraz açalım. 2004 yapımı bir Arjantin filmi olan El Abrazo Partido’da çok ilgi uyandırıcı bir husus vardır: Filmin önemli sayılabilecek bir kısmı bir pasaj içinde geçer. Pasaj kültürü.. 2000li yıllarda Güney Amerika’nın en modern başkentlerinden birinde geçen bir filmin iskeletinin bir pasajda oluşturulmuş olması, ama öyle bir pasaj düşünün ki, İstanbul’da henüz daha alışveriş merkezlerinin olmadığı bir dönemde yani 90lı yılların başına kadar İstanbul’da yer almış olan pasaj kültürünün, ama burada günümüzde hala yer alan incik boncuk satan tarihi İstiklal caddesi pasajlarından veya benzerlerinden değil, misal İstanbul’un daha arka planda olan bir semtinin, mesela Kocamustafapaşa’nın pasaj kültürünün 2000li yıllarda halen Buenos Aires’de devam ediyor olması. Sadece bununla kalmayıp, şehrin trafiğe kapalı uzun ince alışveriş caddesi Calle Florida’da sağlı sollu pasajlarla beraber nostaljik çarşı dekoruna caddenin ortasına uzun uzadıya tezgahını sermiş işportacıların eklenmiş olması. Aynı işportacıların geçim kaynağının ihmal edilemeyecek derecede önemli bir kısmının sattıkları Heavy Metal temalı tişörtler olması da bu topraklarda, zaten çeşitli videolardan defalarca şahit olunmuş olan o dinleyici kitlesini doğrularcasına, rock ve metal müziğe olan ilgiyi açıkça ortaya koyuyor.


Nostaljik doku Buenos Aires’te pasaj kültürüyle kalmamakta; çok daha fazlası da var. Vakti zamanında şehrin temelini atmış olan İtalyanlar, buraya gelirken meşhur pizzalarını getirmeyi de ihmal etmemişler ve de seneler içinde Arjantin’in pizzası kendi tarzını öyle bir oluşturmuş ki, şehrin pizzacıları mükemmel bir damak zevkinin gövde gösterisini yapmaktalar. Fakat burada çok daha farklı ve de konumuzla alakalı olan bir nokta var. Buradaki restoranların çoğu eski dekorlarına çok sadık kalmışlar. İstanbul’da bu tip mekanlar; örneğin Kadıköy’deki Baylan Pastanesi, Beyoğlu İnci Profiterol, Tarihi Sarıyer Muhallebicisi gibi mekanlar burada İstanbul’da olduğu gibi gizli saklı köşelerde kalmış keşfedilmeyi bekleyen nostaljik hazineler olmaktan çok; kendini şehrin merkezi ile özdeşleştirmiş, attığınız her adımda karşınıza çıkabilecek yerler; ünü çok da önemli değil. Aslında bu mekanların en göz önünde olan bir tanesi var: Cafe Tortoni. Şehrin simgesi durumunda burası; çünkü hem 150 seneye yakın bir geçmişi var, hem de zamanının tüm sanatçı ve entelektüel kesiminin senelerce buluşma mekanı olmuş bir yer. Fakat nostaljik mekan öyle çok ki şehrin merkezinde, 2009un 70lerde geçen dokunaklı Arjantin filmi El Secreto De Sus Ojos’un yapımcıları böyle bir ortam içinde istedikleri özelliklere sahip dekorları ararken hiç de zorlanmamışlardır.


Nostalji ile modern yapıyı iyi kaynaştırmasını bilmiş olan Arjantinliler, bütün bu mekanların çok da uzağında olmayan Puerto Madero’da modern mimarinin örneklerini de sergilemişler. Arjantin’in meşhur barbeküsü Parilla’yı ve ünü dünyada yeni sivrilmeye başlamış leziz Arjantin şarabı Malbec’i kanal kıyısı manzaralı ortamlarda hem Arjantinlilere, hem de turistlere sunmasını bilip şehre bir artı daha kazandırmışlar.


Güneye giderken sıkı giyinmek gerek demiştik başlarken. Aslında sıkı giyinmek yaz dönemlerinde gelinmiş Buenos Aires için değil, yaz dönemlerinde dahi gidilse yine sıkı giyinmeyi gerektiren Güney Amerika’nın da güneyi Patagonya’dan ve buzullara yaklaştıkça doğal olarak daha da soğuyan havadan kaynaklanan bir sebep.

Patagonya’nın en popüler buzulu Perito Moreno’yu görmek için en yakın şehir olan El Calafate’ye uçak indiğinde gözünüze çarpan ilk güzellik turkuaz rengiyle sizi karşılayan meşhur Argentino gölü oluyor. Gölün kenarından yamacından kaptırıp El Calafate’ye doğru yol alıyorsunuz daha sonra. El Calafate otelleri ve doğası itibarıyla Abant’ı hatırlatan bir yer. Yaz mevsiminde püfür püfür esiyor, tertemiz havayı ciğerlerinize çekiyorsunuz şehirde tur atarken. Perito Moreno turizminden geçinen çok ufak bir yer burası ve tek ana caddesini dağcılık malzemeleri satan dükkanlar ve et lokantaları doldurmuş. Arjantin’in genelinde zaten ünlü olan bir Parrilla var iken bu olay El Calafate’ye geldiğiniz zaman yerini Patagonya usulü kuzuya bırakıyor, önünüze taptaze gelen açık ateşte ve ilkel bir sopa düzeneğinde pişmiş bol kemikli kuzu etiyle birlikte.



El Calafate’den yaklaşık 80 km uzaklıkta bulunan Perito Moreno buzulu, aynı ismi taşıyan koskocaman parkın içerisinde bulunuyor. Bu muhteşem ortamın keyfini çıkarmak için sunulmuş üç aktivite mevcut: Buzulların üstünde trekking, tekneyle buzul kıyılarına doğru yapılan Nautical Safari ve de ziyaretçi platformundan panoramik görüntü. Haliyle ilk iki aktivite geziyi biraz daha heyecanlı bir boyuta taşırken, ziyaretçi platformunun üzerine çıkarak birkaç tane fotoğraf çekmek ve buzulun kopup Argentino gölünün türkuaz rengi suyuna karışmasını izlemek de buralara kadar gelmişken olmazsa olmazlardan. Hatta ve hatta, ziyaretçi platformunun (ve de parkın tamamının) her tarafını süsleyen Güney Amerika’ya özgü kırmızımtırak bitki firebush veya İspanyolca adıyla notro ve arka plandaki buzullardan muhteşem fotoğraf kareleri çıkıyor olduğu da, söylemeden geçilmemesi gerekenlerden.



El Calafate’de yetişen kızılcık benzeri çok meşhur bir meyve var. Zaten şehrin adı da bu meyvenin adının El Calafate olmasından kaynaklanıyor. Likör, reçel, dondurma yapımında; bölgenin meşhur birası Austral’ın aromasında kullanıyorlar bu meyveyi. Buzullarda gün boyu yapılmış bir seyahatten sonra bu meyvenin likörünü yudumlayıp bol soğuk yemiş olan bünyenizi ısıtıyor, buzul maceranızı mutlu bir şekilde sonlandırıyorsunuz. Bir inanış bu meyveden tadanın bir gün Patagonya’ya tekrar geleceğini söylüyor. Duyar duymaz inandım; çünkü ben zaten en başından beri bir gün o topraklara tekrar gideceğime, o muhteşem doğayı daha derinden keşfedeceğime inanıyorum..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder