22 Eylül 2014 Pazartesi

Norveç: Sıcaktan bunaltmayan bir yaz tatili..

İskandinavya’nın hastasıyım.. Senelerdir çeşitli bölgelerini görmüş olduğum bu nadide Kuzey Avrupa parçasında bu sene ikinci defa Norveç’e ayak bastım ve bu seferki amacım çok ama çok uzun süredir yapmak istediğim bir şeydi: Fiyortları görmek ve de Pulpit Rock’a patika yürüyüşüyle tırmanmak.

Norveç’in her tarafı fiyort kaynıyor ama en popüler seyahatlerden birisi Bergen’e yakın olan Flam ve Gudvangen kasabaları arasında yapacağınız yaklaşık 2 saat kadar süren bir feribot seyahatiyle Sognefjord’un bir kolu olan Naerofjord’u görmek. Bu programı günübirlik yapmak çok kolay. İnternette Norway in a Nutshell olarak aratabileceğiniz bir tur paketiyle biletleri internet üzerinden satın aldıktan sonra, Bergen tren istasyonundan tüm biletlerinizi teslim alıp, sabah 8 sularında Bergen’den trene atlıyor ve de tüm bağlantıları elinizle koymuş gibi bularak bu seyahati gerçekleştirebiliyorsunuz.  Bu seyahati hem aynı internet tur programından hem de kendi imkanlarınızla, mesela vardığınız kasabalarda geceleyerek, veya Oslo’dan başlayarak uzatabilmeniz pek bir mümkün. Söz gelimi, Oslo’dan trenle Bergen’e yapılacak 7 saatlik bir tren yolculuğu var. Bu tren hattına Bergen Railway adı veriliyor. Avrupa’nın deniz seviyesinden en yüksek hattı olarak övünen Bergen Railway bir hayli fotojenik bir tren seyahati; yol boyunca Norveç’in o muhteşem doğasına tanık oluyorsunuz.

Ben de öyle yaptım. İstanbul’dan Oslo’ya bir Cumartesi sabahı vardığımda şehirde hafiften esen bir hayli açık bir hava hakimdi. En son 2006 senesinde gelmiş olduğum Oslo’da o zaman Stockholm’den trenle giriş yapıp sadece 1 gece kalabilmiştim bu sebeple de görmüş olduğum yerler kısıtlıydı. Tren istasyonunun oradan başlayan Oslo’nun merkezindeki popüler alışveriş caddesi Karl Johans Gate ve az ilerisindeki sahil kenarı Aker Brygge, 8 sene önce nasılsa şimdi de aynıydı. Bu sefer sıra doğal olarak ilk seyahatimde görememiş olduğum yerlerdeydi.








Bergen treninin kalkacağı Pazartesi sabahına kadar yapmayı planlamış olduğum iki adet ziyaret vardı. İlk ziyaretim, bir süredir çıktığım seyahatlerde sabahları koşmayı alışkanlık edinmiş olduğum için, Sognsvann isimli 6 numaralı metro hattının son durağı olan ormanlık bölgeye oldu.  Oslo (ve de aslında görmüş olduğum tüm Norveç şehirleri) şehir merkezinden az bir miktar uzaklaştığınız anda kendinizi doğanın orta yerinde bulduğunuz bir şehir ve de bu özelliğiyle şu ana kadar bulunmuş olduğum tüm Avrupa şehirlerinden açık ara önde. Bu sebeple Sognsvann isimli metroyla inanılmaz rahat bir şekilde ulaşabildiğiniz bu bölge Oslo’luların şehrin çok da dışına çıkmasına gerek kalmadan, bisiklet, koşu ve de yüzme (çok hoş bir gölü var) gibi faaliyetleri kolayca gerçekleştirebildiği pek huzurlu bir yer.







İkinci ziyaretim ise şehrin merkezi semti Frogner’deki aynı isimli parka oldu. Burası içerdiği Vigeland heykelleriyle dünyanın en büyük heykel parkı ünvanına sahip olduğu gibi, ismini de tüm heykelleri yapmış olan Gustav Vigeland’dan almış olan bir turist atraksiyonu ve 200den fazla heykele ev sahipliği yapıyor. Parktaki heykellerin içerdiği hafif müstehcenlik, 2000lerin başında ülkede (ve aynı zamanda dünya festivallerinde) çok popüler olmuş Norveç komedi filmi Elling’in bir sahnesine de konu ve mekân olmuştu.







Daha sonraki günlerde yeterince efor sarfedeceğimden Oslo’da bir kısmını dinlenerek geçirmiş olduğum iki günden sonra, Pazartesi sabahı 8 gibi Bergen’e giden trene atladım. Açıkçası geçirmiş olduğum 7 saat boyunca hareket eden bir trenin camından bu kadar güzel kareler alabileceğimi pek tahmin etmemiştim ama hayatın sürprizlerle ve Instagram’ın da filtrelerle dolu oluşu bana pek bir yardımcı oldu.








Tren öğleden sonra 3'te Bergen’e vardığında ilk gördüğüm Norveç’in ikinci büyük şehrinden beklenmeyecek küçüklükte, sadece 4 adet platforma sahip bir ana tren garıydı. Günübirlik fiyort gezisi biletlerini ve kalacak yer meselesini hallettikten sonra bir şehirdeki ilk günümde her zaman yaptığım şeyi yaparak haritasız, sorgusuz ve sualsiz bir şekilde şehir yürüyüşüne çıktım. Aslında  şehrin sürekli olarak fotoğraflarda görmüş olduğum sıra sıra dizili rengarenk ahşap evlerle süslü sahil kenarı Bryggen’e bir süre sonra varırım diyordum fakat o yürüyüşüm şehrin hiç bilmediğim alakasız bir noktasına attı. Burası püfür püfür esen, kenarında bir adet eski bina ve altında bir kafe bulunduran ve başka da ilginç bir şey içermeyen bir sahil kenarı görünümündeydi. Kafeye girip bir kahve söyledim ve de tezgahtaki arkadaşa Bryggen’in ne tarafta kaldığını sordum. Aldığım cevap doğrultusunda anladım ki, Bryggen benim bulunduğum noktanın tam 180 derece ters tarafında kalıyordu çünkü Bergen’in sahile açılan kısmı burun şeklindeydi ve ben de burnun öteki tarafındaydım. Kahvemi içip söz konusu eski binanın içinde ufak bir lavabo molası verdikten sonra tam Bryggen’e doğru yola koyulacaktım ki, aksanından Amerikalı olduğunu tahmin ettiğim bir bayan yanıma gelip bana dans sınıfının yerini bilip bilmediğimi sordu. O esnada anladım ki, bulunduğum bina kültürel aktivitelerin döndüğü bir yer. Binayı biraz daha incelemeye koyunca girişteki bilgilerden burasının USF Verftet (www.usf.no) isminde bir konser (bilhassa muhteşem caz konserleri) ve aynı zamanda bilumum kültürel aktiviteler mekanı, bunun yanı sıra eski bir konserve fabrikasından bozma koskocaman bir bina olduğunu keşfettim.






Daha sonra Bryggen’e doğru yola koyularak burnun öteki tarafına doğru bol çıkışlı ve inişli bir yoldan yürüdüm. Burada en çok göze çarpan hususlardan birisi, bu bölgenin restorasyona uğramış çok güzel ahşap evler içeren sessiz sakin bir bölge olmasıydı. Burada oturanlar yaşıyor diye düşünüp kendimi yokuş aşağı verdikten sonra mütevazı bir şehir kilisesinin önünden geçtikten sonra sahili gördüm. Fotoğraflardan sürekli olarak görmüş olduğum balık pazarı ve rengarenk sıralı evlerin bulunduğu Bryggen tam karşımda duruyordu.












Ertesi sabah tren 10 sularında fiyortlara gidebilmek için ilk durak olan Myrdal’a hareket etti. Myrdal bir aktarma noktası ve burada indikten sonra fiyort gezinizin başlayacağı Flam’a gitmek için başka bir trene aktarma yapıyorsunuz. Daha önce Bergen Railway’in deniz seviyesinden yüksekliğindeki iddiasına değinmiştik. İşte bu kadar yüksekten Flam’a, yani fiyort gezisinin başlayacağı deniz seviyesine, inmek için Flam Railway adı verilen bu hat sizi bu kasabaya doğru emin adımlarla yokuş aşağı götürüyor ve yoldaki manzara yine inanılmaz. Tren şelalenin tekinin önünde turistler inip birkaç fotoğraf çekebilsin diye kısa bir mola verdikten sonra devam ediyor ve kısa bir süre sonra da Flam’a ulaşıyor. Flam kafa dinleme amaçlı birkaç gün kalınabilecek çok güzel bir sahil kasabası ve de tren ulaşır ulaşmaz fiyortlara devam edecekseniz geziyi yapacağınız feribot sizi az ileride bekliyor.






Burada seyahate başlamadan önce kafamı kurcalamış bir konuya değinmek istiyorum. Biletleri alırken fark ettiğim bir husus; tren, feribot ve otobüs aktarmalarının önemli bir bölümündeki bekleme süresinin 5 bilemedin 10 dakika olduğuydu. Sonuçta İstanbul gibi bir şehirde yaşayıp, rötarlı gelen vasıta konusuna alışkın bir insanım. Kaldı ki Almanya gibi raylı sistem medeniyetinin beşiği bir ülkede bile bir trenin rötar yapma ihtimali her zaman vardır. Bu hususu biletleri teslim aldığım yerde sorduğumda, yani eğer bir vasıtayı kaçırırsam bir sonrakini kullanabilir miyim ve aynı gün başka vasıta var mı diye sorduğumda, öyle bir şey olmayacağı yanıtını almıştım. Daha sonra seyahat ederken anladım ki, bu aktarmaların hepsi o destinasyondaki turistlere göre ayarlanmış ve araçlardan birisi varmadan diğer araç hareket etmiyormuş..

Feribot Flam’dan emin adımlarla Sognefjord’un bir kolu olan Naerofjord’a doğru uzaklaşırken, hem fiyortlara doğru olan hem de Flam kasabasına doğru olan manzara inanılmazdı.





Norveç yazın bile gidildiğinde havanın hiçbir zaman gerçek anlamda sıcak olmadığı bir ülkeyken feribot fiyortların arasında fink atarken bu sıcaklık iyice düşerek tahminen bir 5-10 derece arasında seyrediyor. Turistik atraksiyonunu pazarlamasını çok iyi bilen Norveçliler, fiyortların en can alıcı manzarasının olduğu bölgede feribottan aynı anda yüksek sesle bir klasik müzik parçası girip size etkileyici dakikalar yaşatıyorlar. Feribot 2 saatlik ama göz açıp kapayıncaya kadar geçen muhteşem gezisini noktalarken, sonlara doğru yağan hafif yağmur yerini gökkuşağına bırakıyor. Biz turistlere de bu muhteşem anın fotoğrafını çekmekten başka bir şey kalmıyor.








Feribotun vardığı kasaba olan Gudvangen’da bekleyen otobüs, 40-45 dakika süren ve daracık virajlardan iniş ve çıkışların heyecan yarattığı kısa bir seyahatten sonra, Bergen’e geri dönüş treninin geçtiği Voss kasabasının tren istasyonuna varıyor. Bu tren Oslo’dan Bergen’e seyahat ederken bindiğim tren seferinin ta kendisi. Bergen Railway hattını kullanarak Bergen’e bir varış daha yapıyor ve günübirlik fiyort ziyaretimi akşam 7 sularında Bergen’de sonlandırıyorum.





Ertesi gün Bergen’deki son günümdü ve bu günü Floyen tepesine yapılacak olan patika yürüyüşüne ayırmıştım. Öğlen vakti balık pazarındaki okkalı bir fish and chips  ziyafetinin sonrasında şehrin göbeğinden patika yürüyüşüne başlayıp yaklaşık 1,5 saat sonra dümdüz bir yoldan vardım Floyen tepesine. Burası hem turistler için hem de şehrin sakinleri için mühim bir yer çünkü turistlere şehre tepeden bakan, bilhassa şehir merkezindeki o burun coğrafyasını daha iyi anlayabileceğiniz, hoş bir manzara sunarken; içerilere doğru biraz daha yürüdüğünüz vakit şehir sakinlerine de muhteşem yürüyüş ve koşulara müsait olan ormanlık bir alan sunuyor. Varabilmek ve geri dönebilmek için yürüyüş şart değil çünkü teleferik de var.






Noveç gezimdeki sonuncu ve de en heyecanla beklediğim seyahatimin vakti gelip çattığında ise bir Perşembe sabahı Bergen havalimanında Stavanger’e gidecek olan uçağı beklemekteydim. Bergen Stavanger uçuşu çok kısa sürdüğü için Wideroe isimli havayolu şirketi bu uçuşu pırpır uçakla yapmayı uygun görmüştü.





Stavanger çok tatlı ufak bir şehir. Ufak bir tarihi şehir merkezi ve Norveç standartlarına göre büyük sayılabilecek bir kilisesi var. Lisede okurken bu ülkenin black metal’i ile sürekli kafamı ütüleyen arkadaşlarımdan ötürü bu müzik türüne, bilhassa o tarzda efsane olmuş Burzum isimli tek kişilik Varg Vikernes projesine, aşinalığım var. Bu sebeple kiliseyi gördüğüm anda aklıma ilk gelen kilise yakan black metal grubu muhabbeti ve de bu muhabbetin Umut Sarıkaya karikatürü “Kurularından Topla Cemiiiil (Brutal Vokal)” geldi. Çünkü karşımda duran kilise tam da o karikatürde çizilmiş kiliseye benziyordu; başarılı bir çizersin Umut Sarıkaya..








Aslında Stavanger sadece yukarıda bahsetmiş olduğum özelliklere sahip olsaydı çektiği turist sayısı muhtemelen pek fazla olmazdı. Stavanger’i Stavanger yapan 1-1,5 saatlik bir yolculukla ulaşabileceğiniz The Pulpit Rock veya daha az bilinen orijinal adıyla Preikestolen. Burası kanımca fiyortları görme amacıyla Norveç’e gelmiş bir turistin görmeden dönmemesi gereken bir doğa harikası. Lysefjord’a bakan bu devasa kaya o güne kadar sadece filmlerde, hatta belki de abartmam gerekirse çizgi filmlerde, görme şerefine erişebilmiş olduğum bir oluşumdu.







Buraya ulaşmak ise Norveç’in bir hayli medeni yolcu taşıma sisteminden ötürü o kadar kolay ki. Önceden bilet alıp rezervasyon yapmanıza bile gerek yok. Sabah otelden çıkıp Tau’ya giden feribotun kalktığı iskeleye gidiyorsunuz. Feribota binip ödemeyi yolculuk esnasında yapıyorsunuz. Tau’ya indiğiniz anda, dışarıda bekleyen ve önünde Preikestolen yazan yeşil otobüslere binip yine ödemeyi binerken yapabiliyorsunuz. Yaklaşık 20 km kadar bir yolculuktan sonra otobüs sizi Preikestolen’a varmak için yapmanız gereken patika yürüyüşü güzergahının tam ayağına bırakıyor. Buradan zirveye varmak 3,8 km ve yer yer kayalık bir yerden tırmanış gerektirdiği için, sağlam bir trekking ayakkabısına ihtiyacınız var. Yaz mevsimi dışında buraya tırmanmanın çok zor olabileceği ve ancak dağcılık bilgisi olan birisinin altından kalkabileceği kanısındayım. Yazın bile yağmur yağarsa kayaların üstü kaygan olacağından dikkat etmekte fayda var.





Preikestolen’e 1,5 saat gibi bir sürenin sonunda vardıktan sonra karşılaşılan manzara gerçekten olağanüstü. İnsana buraya çıkarken atmış olduğu her bir yorucu adımın buna değdiğini düşündürüyor.. Tıpkı fiyortların orada olduğu gibi soğuk ama bu sefer bir de çok ciddi anlamda rüzgarlı bir hava hakim burada. Bir ara elimde iki adet makineyle fotoğraf çekmeye çalışırken rüzgar öyle bir esti ki makinelere bir şey olmasın diye kendimi hafif bir uçuş gerçekleştirerek yere attım. O esnada iyi ki uçurumun çok kenarında değildim çünkü eğer öyle olsaydım bu yazıyı okuyamazdınız.





Stavanger maceram da sonlandıktan sonra dönüş uçağına binmek için Oslo’da son bir gece geçirdim ve de Oslo'daki bu son günümde Munch müzesini ziyaret ettim. Bu müze bence Oslo'da şehir merkezinde atılmış bir turun ardından Vigeland heykelleriyle beraber görülmesi gereken iki en önemli atraksiyondan biri. Edvard Munch ölümünyle birlikte tüm eserlerinin Oslo'ya bağışlanmasını vasiyet etmiş olduğu için bu müzede sanatçının eserlerinin geniş bir koleksiyonunu görebilmek mümkün. Metro durağı hemen önünde bırakıyor ve gidiş geliş ziyaret derken sadece 2 saat ayırmak yetiyor. 



Yazımı sonlandırmadan önce, son bir konuya, aşırı pahalı olan bu ülkedeki yeme içme mevzusuna değinmek istiyorum. Norveç’te pahalılık bir turist için gerçekten çok ciddi bir husus. Genellikle Türkiye’deki bilumum muadil restoranlarda ödemiş olduğunuz hesapların üç katı gibi bir pahalılık söz konusu burada. Bu sebeple, ekonomik bir tatil amacıyla buraya gelmişseniz sürekli güzel yerlerde yemeniz tatil sonu faturasının astronomik boyutlarda olmasına sebep olabilir. Ancak yine de ister Oslo ister Bergen ister Stavanger olsun, gözünüze kestirmiş olduğunuz bir deniz mahsulleri restoranına gitme niyetiniz varsa, hemen hemen tüm bu tip restoranlarda bulabileceğiniz, kremalı deniz mahsulleri çorbasını denemenizi öneririm, gerçekten çok güzel yapıyorlar.

Onun dışında da geçiştirmek için en güzel mekan her şehirde bolca bulunan Norveç’in yerel Seven Eleven’ı Deli de Luca denen çok güzel sandviç ve içecekleri olan mekan. Tıpkı Deli de Luca gibi bir de iki tane yerel pizzacı zinciri var bu topraklarda. Peppes Pizza ve Dolly Dimple’s. Aslında Peppes Pizza Oslo ve Bergen’de çok popülerken Stavanger’de hiç görmedim, onun yerine muadili Dolly Dimple’s Stavanger’de keşfetmiş olduğum bir zincirdi. Başarılı ama pahalı mekanlar..

İskandinavya’nın hastasıyım demiştim başlarken. Buna ek olarak diyebileceğim son bir şey daha varsa o da tanrının İskandinavya’yı yaratırken Norveç’e bariz kıyak geçmiş olduğudur..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder