22 Eylül 2014 Pazartesi

Norveç: Sıcaktan bunaltmayan bir yaz tatili..

İskandinavya’nın hastasıyım.. Senelerdir çeşitli bölgelerini görmüş olduğum bu nadide Kuzey Avrupa parçasında bu sene ikinci defa Norveç’e ayak bastım ve bu seferki amacım çok ama çok uzun süredir yapmak istediğim bir şeydi: Fiyortları görmek ve de Pulpit Rock’a patika yürüyüşüyle tırmanmak.

Norveç’in her tarafı fiyort kaynıyor ama en popüler seyahatlerden birisi Bergen’e yakın olan Flam ve Gudvangen kasabaları arasında yapacağınız yaklaşık 2 saat kadar süren bir feribot seyahatiyle Sognefjord’un bir kolu olan Naerofjord’u görmek. Bu programı günübirlik yapmak çok kolay. İnternette Norway in a Nutshell olarak aratabileceğiniz bir tur paketiyle biletleri internet üzerinden satın aldıktan sonra, Bergen tren istasyonundan tüm biletlerinizi teslim alıp, sabah 8 sularında Bergen’den trene atlıyor ve de tüm bağlantıları elinizle koymuş gibi bularak bu seyahati gerçekleştirebiliyorsunuz.  Bu seyahati hem aynı internet tur programından hem de kendi imkanlarınızla, mesela vardığınız kasabalarda geceleyerek, veya Oslo’dan başlayarak uzatabilmeniz pek bir mümkün. Söz gelimi, Oslo’dan trenle Bergen’e yapılacak 7 saatlik bir tren yolculuğu var. Bu tren hattına Bergen Railway adı veriliyor. Avrupa’nın deniz seviyesinden en yüksek hattı olarak övünen Bergen Railway bir hayli fotojenik bir tren seyahati; yol boyunca Norveç’in o muhteşem doğasına tanık oluyorsunuz.

Ben de öyle yaptım. İstanbul’dan Oslo’ya bir Cumartesi sabahı vardığımda şehirde hafiften esen bir hayli açık bir hava hakimdi. En son 2006 senesinde gelmiş olduğum Oslo’da o zaman Stockholm’den trenle giriş yapıp sadece 1 gece kalabilmiştim bu sebeple de görmüş olduğum yerler kısıtlıydı. Tren istasyonunun oradan başlayan Oslo’nun merkezindeki popüler alışveriş caddesi Karl Johans Gate ve az ilerisindeki sahil kenarı Aker Brygge, 8 sene önce nasılsa şimdi de aynıydı. Bu sefer sıra doğal olarak ilk seyahatimde görememiş olduğum yerlerdeydi.








Bergen treninin kalkacağı Pazartesi sabahına kadar yapmayı planlamış olduğum iki adet ziyaret vardı. İlk ziyaretim, bir süredir çıktığım seyahatlerde sabahları koşmayı alışkanlık edinmiş olduğum için, Sognsvann isimli 6 numaralı metro hattının son durağı olan ormanlık bölgeye oldu.  Oslo (ve de aslında görmüş olduğum tüm Norveç şehirleri) şehir merkezinden az bir miktar uzaklaştığınız anda kendinizi doğanın orta yerinde bulduğunuz bir şehir ve de bu özelliğiyle şu ana kadar bulunmuş olduğum tüm Avrupa şehirlerinden açık ara önde. Bu sebeple Sognsvann isimli metroyla inanılmaz rahat bir şekilde ulaşabildiğiniz bu bölge Oslo’luların şehrin çok da dışına çıkmasına gerek kalmadan, bisiklet, koşu ve de yüzme (çok hoş bir gölü var) gibi faaliyetleri kolayca gerçekleştirebildiği pek huzurlu bir yer.







İkinci ziyaretim ise şehrin merkezi semti Frogner’deki aynı isimli parka oldu. Burası içerdiği Vigeland heykelleriyle dünyanın en büyük heykel parkı ünvanına sahip olduğu gibi, ismini de tüm heykelleri yapmış olan Gustav Vigeland’dan almış olan bir turist atraksiyonu ve 200den fazla heykele ev sahipliği yapıyor. Parktaki heykellerin içerdiği hafif müstehcenlik, 2000lerin başında ülkede (ve aynı zamanda dünya festivallerinde) çok popüler olmuş Norveç komedi filmi Elling’in bir sahnesine de konu ve mekân olmuştu.







Daha sonraki günlerde yeterince efor sarfedeceğimden Oslo’da bir kısmını dinlenerek geçirmiş olduğum iki günden sonra, Pazartesi sabahı 8 gibi Bergen’e giden trene atladım. Açıkçası geçirmiş olduğum 7 saat boyunca hareket eden bir trenin camından bu kadar güzel kareler alabileceğimi pek tahmin etmemiştim ama hayatın sürprizlerle ve Instagram’ın da filtrelerle dolu oluşu bana pek bir yardımcı oldu.








Tren öğleden sonra 3'te Bergen’e vardığında ilk gördüğüm Norveç’in ikinci büyük şehrinden beklenmeyecek küçüklükte, sadece 4 adet platforma sahip bir ana tren garıydı. Günübirlik fiyort gezisi biletlerini ve kalacak yer meselesini hallettikten sonra bir şehirdeki ilk günümde her zaman yaptığım şeyi yaparak haritasız, sorgusuz ve sualsiz bir şekilde şehir yürüyüşüne çıktım. Aslında  şehrin sürekli olarak fotoğraflarda görmüş olduğum sıra sıra dizili rengarenk ahşap evlerle süslü sahil kenarı Bryggen’e bir süre sonra varırım diyordum fakat o yürüyüşüm şehrin hiç bilmediğim alakasız bir noktasına attı. Burası püfür püfür esen, kenarında bir adet eski bina ve altında bir kafe bulunduran ve başka da ilginç bir şey içermeyen bir sahil kenarı görünümündeydi. Kafeye girip bir kahve söyledim ve de tezgahtaki arkadaşa Bryggen’in ne tarafta kaldığını sordum. Aldığım cevap doğrultusunda anladım ki, Bryggen benim bulunduğum noktanın tam 180 derece ters tarafında kalıyordu çünkü Bergen’in sahile açılan kısmı burun şeklindeydi ve ben de burnun öteki tarafındaydım. Kahvemi içip söz konusu eski binanın içinde ufak bir lavabo molası verdikten sonra tam Bryggen’e doğru yola koyulacaktım ki, aksanından Amerikalı olduğunu tahmin ettiğim bir bayan yanıma gelip bana dans sınıfının yerini bilip bilmediğimi sordu. O esnada anladım ki, bulunduğum bina kültürel aktivitelerin döndüğü bir yer. Binayı biraz daha incelemeye koyunca girişteki bilgilerden burasının USF Verftet (www.usf.no) isminde bir konser (bilhassa muhteşem caz konserleri) ve aynı zamanda bilumum kültürel aktiviteler mekanı, bunun yanı sıra eski bir konserve fabrikasından bozma koskocaman bir bina olduğunu keşfettim.






Daha sonra Bryggen’e doğru yola koyularak burnun öteki tarafına doğru bol çıkışlı ve inişli bir yoldan yürüdüm. Burada en çok göze çarpan hususlardan birisi, bu bölgenin restorasyona uğramış çok güzel ahşap evler içeren sessiz sakin bir bölge olmasıydı. Burada oturanlar yaşıyor diye düşünüp kendimi yokuş aşağı verdikten sonra mütevazı bir şehir kilisesinin önünden geçtikten sonra sahili gördüm. Fotoğraflardan sürekli olarak görmüş olduğum balık pazarı ve rengarenk sıralı evlerin bulunduğu Bryggen tam karşımda duruyordu.












Ertesi sabah tren 10 sularında fiyortlara gidebilmek için ilk durak olan Myrdal’a hareket etti. Myrdal bir aktarma noktası ve burada indikten sonra fiyort gezinizin başlayacağı Flam’a gitmek için başka bir trene aktarma yapıyorsunuz. Daha önce Bergen Railway’in deniz seviyesinden yüksekliğindeki iddiasına değinmiştik. İşte bu kadar yüksekten Flam’a, yani fiyort gezisinin başlayacağı deniz seviyesine, inmek için Flam Railway adı verilen bu hat sizi bu kasabaya doğru emin adımlarla yokuş aşağı götürüyor ve yoldaki manzara yine inanılmaz. Tren şelalenin tekinin önünde turistler inip birkaç fotoğraf çekebilsin diye kısa bir mola verdikten sonra devam ediyor ve kısa bir süre sonra da Flam’a ulaşıyor. Flam kafa dinleme amaçlı birkaç gün kalınabilecek çok güzel bir sahil kasabası ve de tren ulaşır ulaşmaz fiyortlara devam edecekseniz geziyi yapacağınız feribot sizi az ileride bekliyor.






Burada seyahate başlamadan önce kafamı kurcalamış bir konuya değinmek istiyorum. Biletleri alırken fark ettiğim bir husus; tren, feribot ve otobüs aktarmalarının önemli bir bölümündeki bekleme süresinin 5 bilemedin 10 dakika olduğuydu. Sonuçta İstanbul gibi bir şehirde yaşayıp, rötarlı gelen vasıta konusuna alışkın bir insanım. Kaldı ki Almanya gibi raylı sistem medeniyetinin beşiği bir ülkede bile bir trenin rötar yapma ihtimali her zaman vardır. Bu hususu biletleri teslim aldığım yerde sorduğumda, yani eğer bir vasıtayı kaçırırsam bir sonrakini kullanabilir miyim ve aynı gün başka vasıta var mı diye sorduğumda, öyle bir şey olmayacağı yanıtını almıştım. Daha sonra seyahat ederken anladım ki, bu aktarmaların hepsi o destinasyondaki turistlere göre ayarlanmış ve araçlardan birisi varmadan diğer araç hareket etmiyormuş..

Feribot Flam’dan emin adımlarla Sognefjord’un bir kolu olan Naerofjord’a doğru uzaklaşırken, hem fiyortlara doğru olan hem de Flam kasabasına doğru olan manzara inanılmazdı.





Norveç yazın bile gidildiğinde havanın hiçbir zaman gerçek anlamda sıcak olmadığı bir ülkeyken feribot fiyortların arasında fink atarken bu sıcaklık iyice düşerek tahminen bir 5-10 derece arasında seyrediyor. Turistik atraksiyonunu pazarlamasını çok iyi bilen Norveçliler, fiyortların en can alıcı manzarasının olduğu bölgede feribottan aynı anda yüksek sesle bir klasik müzik parçası girip size etkileyici dakikalar yaşatıyorlar. Feribot 2 saatlik ama göz açıp kapayıncaya kadar geçen muhteşem gezisini noktalarken, sonlara doğru yağan hafif yağmur yerini gökkuşağına bırakıyor. Biz turistlere de bu muhteşem anın fotoğrafını çekmekten başka bir şey kalmıyor.








Feribotun vardığı kasaba olan Gudvangen’da bekleyen otobüs, 40-45 dakika süren ve daracık virajlardan iniş ve çıkışların heyecan yarattığı kısa bir seyahatten sonra, Bergen’e geri dönüş treninin geçtiği Voss kasabasının tren istasyonuna varıyor. Bu tren Oslo’dan Bergen’e seyahat ederken bindiğim tren seferinin ta kendisi. Bergen Railway hattını kullanarak Bergen’e bir varış daha yapıyor ve günübirlik fiyort ziyaretimi akşam 7 sularında Bergen’de sonlandırıyorum.





Ertesi gün Bergen’deki son günümdü ve bu günü Floyen tepesine yapılacak olan patika yürüyüşüne ayırmıştım. Öğlen vakti balık pazarındaki okkalı bir fish and chips  ziyafetinin sonrasında şehrin göbeğinden patika yürüyüşüne başlayıp yaklaşık 1,5 saat sonra dümdüz bir yoldan vardım Floyen tepesine. Burası hem turistler için hem de şehrin sakinleri için mühim bir yer çünkü turistlere şehre tepeden bakan, bilhassa şehir merkezindeki o burun coğrafyasını daha iyi anlayabileceğiniz, hoş bir manzara sunarken; içerilere doğru biraz daha yürüdüğünüz vakit şehir sakinlerine de muhteşem yürüyüş ve koşulara müsait olan ormanlık bir alan sunuyor. Varabilmek ve geri dönebilmek için yürüyüş şart değil çünkü teleferik de var.






Noveç gezimdeki sonuncu ve de en heyecanla beklediğim seyahatimin vakti gelip çattığında ise bir Perşembe sabahı Bergen havalimanında Stavanger’e gidecek olan uçağı beklemekteydim. Bergen Stavanger uçuşu çok kısa sürdüğü için Wideroe isimli havayolu şirketi bu uçuşu pırpır uçakla yapmayı uygun görmüştü.





Stavanger çok tatlı ufak bir şehir. Ufak bir tarihi şehir merkezi ve Norveç standartlarına göre büyük sayılabilecek bir kilisesi var. Lisede okurken bu ülkenin black metal’i ile sürekli kafamı ütüleyen arkadaşlarımdan ötürü bu müzik türüne, bilhassa o tarzda efsane olmuş Burzum isimli tek kişilik Varg Vikernes projesine, aşinalığım var. Bu sebeple kiliseyi gördüğüm anda aklıma ilk gelen kilise yakan black metal grubu muhabbeti ve de bu muhabbetin Umut Sarıkaya karikatürü “Kurularından Topla Cemiiiil (Brutal Vokal)” geldi. Çünkü karşımda duran kilise tam da o karikatürde çizilmiş kiliseye benziyordu; başarılı bir çizersin Umut Sarıkaya..








Aslında Stavanger sadece yukarıda bahsetmiş olduğum özelliklere sahip olsaydı çektiği turist sayısı muhtemelen pek fazla olmazdı. Stavanger’i Stavanger yapan 1-1,5 saatlik bir yolculukla ulaşabileceğiniz The Pulpit Rock veya daha az bilinen orijinal adıyla Preikestolen. Burası kanımca fiyortları görme amacıyla Norveç’e gelmiş bir turistin görmeden dönmemesi gereken bir doğa harikası. Lysefjord’a bakan bu devasa kaya o güne kadar sadece filmlerde, hatta belki de abartmam gerekirse çizgi filmlerde, görme şerefine erişebilmiş olduğum bir oluşumdu.







Buraya ulaşmak ise Norveç’in bir hayli medeni yolcu taşıma sisteminden ötürü o kadar kolay ki. Önceden bilet alıp rezervasyon yapmanıza bile gerek yok. Sabah otelden çıkıp Tau’ya giden feribotun kalktığı iskeleye gidiyorsunuz. Feribota binip ödemeyi yolculuk esnasında yapıyorsunuz. Tau’ya indiğiniz anda, dışarıda bekleyen ve önünde Preikestolen yazan yeşil otobüslere binip yine ödemeyi binerken yapabiliyorsunuz. Yaklaşık 20 km kadar bir yolculuktan sonra otobüs sizi Preikestolen’a varmak için yapmanız gereken patika yürüyüşü güzergahının tam ayağına bırakıyor. Buradan zirveye varmak 3,8 km ve yer yer kayalık bir yerden tırmanış gerektirdiği için, sağlam bir trekking ayakkabısına ihtiyacınız var. Yaz mevsimi dışında buraya tırmanmanın çok zor olabileceği ve ancak dağcılık bilgisi olan birisinin altından kalkabileceği kanısındayım. Yazın bile yağmur yağarsa kayaların üstü kaygan olacağından dikkat etmekte fayda var.





Preikestolen’e 1,5 saat gibi bir sürenin sonunda vardıktan sonra karşılaşılan manzara gerçekten olağanüstü. İnsana buraya çıkarken atmış olduğu her bir yorucu adımın buna değdiğini düşündürüyor.. Tıpkı fiyortların orada olduğu gibi soğuk ama bu sefer bir de çok ciddi anlamda rüzgarlı bir hava hakim burada. Bir ara elimde iki adet makineyle fotoğraf çekmeye çalışırken rüzgar öyle bir esti ki makinelere bir şey olmasın diye kendimi hafif bir uçuş gerçekleştirerek yere attım. O esnada iyi ki uçurumun çok kenarında değildim çünkü eğer öyle olsaydım bu yazıyı okuyamazdınız.





Stavanger maceram da sonlandıktan sonra dönüş uçağına binmek için Oslo’da son bir gece geçirdim ve de Oslo'daki bu son günümde Munch müzesini ziyaret ettim. Bu müze bence Oslo'da şehir merkezinde atılmış bir turun ardından Vigeland heykelleriyle beraber görülmesi gereken iki en önemli atraksiyondan biri. Edvard Munch ölümünyle birlikte tüm eserlerinin Oslo'ya bağışlanmasını vasiyet etmiş olduğu için bu müzede sanatçının eserlerinin geniş bir koleksiyonunu görebilmek mümkün. Metro durağı hemen önünde bırakıyor ve gidiş geliş ziyaret derken sadece 2 saat ayırmak yetiyor. 



Yazımı sonlandırmadan önce, son bir konuya, aşırı pahalı olan bu ülkedeki yeme içme mevzusuna değinmek istiyorum. Norveç’te pahalılık bir turist için gerçekten çok ciddi bir husus. Genellikle Türkiye’deki bilumum muadil restoranlarda ödemiş olduğunuz hesapların üç katı gibi bir pahalılık söz konusu burada. Bu sebeple, ekonomik bir tatil amacıyla buraya gelmişseniz sürekli güzel yerlerde yemeniz tatil sonu faturasının astronomik boyutlarda olmasına sebep olabilir. Ancak yine de ister Oslo ister Bergen ister Stavanger olsun, gözünüze kestirmiş olduğunuz bir deniz mahsulleri restoranına gitme niyetiniz varsa, hemen hemen tüm bu tip restoranlarda bulabileceğiniz, kremalı deniz mahsulleri çorbasını denemenizi öneririm, gerçekten çok güzel yapıyorlar.

Onun dışında da geçiştirmek için en güzel mekan her şehirde bolca bulunan Norveç’in yerel Seven Eleven’ı Deli de Luca denen çok güzel sandviç ve içecekleri olan mekan. Tıpkı Deli de Luca gibi bir de iki tane yerel pizzacı zinciri var bu topraklarda. Peppes Pizza ve Dolly Dimple’s. Aslında Peppes Pizza Oslo ve Bergen’de çok popülerken Stavanger’de hiç görmedim, onun yerine muadili Dolly Dimple’s Stavanger’de keşfetmiş olduğum bir zincirdi. Başarılı ama pahalı mekanlar..

İskandinavya’nın hastasıyım demiştim başlarken. Buna ek olarak diyebileceğim son bir şey daha varsa o da tanrının İskandinavya’yı yaratırken Norveç’e bariz kıyak geçmiş olduğudur..

20 Haziran 2013 Perşembe

Antakya'da yol tarifi almak

Antakya için hep kültürlerin ve medeniyetlerin birleştiği yer şeklinde yazılmış tanıtım yazıları veya şehrin o dillere destan mutfağını içeren gurme yazıları bir hayli popülerdir ve her yerde kolaylıkla bulunabilmektedir. Bu yüzden bunlara hiç değinmeye gerek duymadığım gibi zaten yapmış olduğum seyahatler hakkında bir şey yazmaya karar verdiğim zaman bu tip şeyler genellikle yazılarımın konusunu oluşturmuyor; tıpkı bu yazıda da olduğu gibi. Buraya yapmış olduğum kısıtlı süre zarfındaki seyahatlerden birinden döndüğümde, ekşi sözlük’e şöyle bir şey yazmıştım:

http://eksisozluk.com/entry/19176340

Bu yapmış olduğum seyahatte yanımdaki fotoğraf makinesi, yukarıda anlatılan yol tarifini istediğim kalitede pozlayabilecek kapasiteye sahip olmadığı için o anı pozlayamamış olmak uzunca bir süre içimde bir ukte olarak kalmıştı. Aradan 2 küsür sene geçti ve de bu sefer fırsatını bulup buraya bir kere daha ayak basabildikten sonra bu sefer fotoğraf makinemle aynı adres tarifine uyarak bir kiliseden diğerine yürümeye başladım.
 

 
Her yerin iki sene önce bıraktığımın aynısı olması mekanın ufaklığı ve sakinliğinden dolayı belki doğaldı ama tarifte adı geçen bakkalın dükkanın önünde sanki 2 senedir hiç oradan kalkmamış gibi aynı şekilde oturuyor olmasına hem şaşırdım, hem de sempati duydum.

Bir şehrin sizde bırakacağı sevimli etkilerin ayrıntılarda gizli oluşunu her zaman sevmişimdir..

20 Nisan 2013 Cumartesi

32. Uluslararası İstanbul Film Festivali

Festivali 2001’den beri takip ederim. İlk senelerde sadece artık olmayan Emek Sineması’nın değil, Sinepop’un da festival sineması olarak bir süre izleyiciyle buluşmuş olmasından ötürü, Kadıköy Rexx’i hariç tuttuğumuz takdirde, İstanbul’u yaşamaya değer kılan nadir yerlerden İstiklal Caddesi’ne ait bir aktiviteydi İstanbul Film Festivali. Seneler geçti; bir dönem artık olmayan Yeni Rüya Sineması’nın da eklenmesiyle  festival İstiklal’in aktivitesi olma hususunda bir süre daha direndi. Seneler 2013’ü gösterdiğinde ise bu özelliğini, Nişantaşı City’s ve Ortaköy Feriye sinemalarının da dahil olmasıyla yitirdi. Aslında Ortaköy Feriye film keyfini, hele bir de festival tarzı filmlerin keyfini iyi yaşatabilen bir sinema olsa da eskiden Pazar sabahının erken saatlerinde İstiklal Caddesi’nde Lades’te yenmiş bir menemenin yanında içilmiş bir demli çayın ardından İstiklal Caddesi’nde ardı ardına filmleri izlemeye başlamak, beşinci filmin ardından ise yorgun ama mutlu olarak eve dönüp hafta sonunu dolu dolu yaşamak, mekanların mesafelerinden ötürü daha zor bir hal aldı. Yine de yaşanması zor şehir İstanbul’un en önemli aktivitelerinden biri olma özelliğini nazarımda halen daha koruyor olduğu için Pazar günü trafiğine aldırış etmeden bir günde üç ayrı semtte film izlemek gibi yeni bir heyecan yarattı bu sene festival.


Edebiyattan Beyazperdeye bölümünde Lizbon’a Gece Treni’ni görmek bu senenin en güzel sürprizlerinden biriydi. Pascal Mercier’nin Isabel Allende tarafından bile son dönemlerde okunmuş en güzel roman olarak onaylanmış olan kitabının filmini Billie August’un  yönetmenliğinde izledik. Aynı Billie August seneler önce Isabel Allende’nin en ünlü romanlarından biri olan Ruhlar Evi’ni de yine bu filmde olduğu gibi Jeremy Irons’ı başrolde oynatarak çekmişti.  Aslında bu tip etkileyici romanların filmini yaparken, romandan alınan tadın biraz olsun yakınından geçebilmek için, prodüksiyonun gerçekten iyi bütçenin de ciddi anlamda yüksek olması gerekiyor. Söz gelimi, vermiş olduğu fikirlerden en önemlisi Portekizcenin ne denli etkileyici bir dil olduğu olan bu romanın filminin tamamen İngilizce çekilmiş olması (hem de başroldeki karakter İsviçreli bir dil profesörü rolündeyken) ve romanın can alıcı bazı noktalarının filme pek yansıtılamaması gibi bazı eksiler olsa da, yine de Jeremy Irons, Charlotte Rampling ve de sadece kısa bir süre gözüken Lena Olin’in iyi oyunculukları, bir de üstüne romana olan hayranlığımız eklenince, izlenebilir kıldı Lizbon’a Gece Treni’ni. Zaten yönetmen de filmden sonraki soru cevap bölümünde tamamen romana sadık kalabilmenin ne kadar zor bir şey olduğunu belirterek, çok yapılmak istenen bir şeyin kısıtlı bir bütçeyle yapılmasıyla ilgili yerinde bir konuya değindi.  
 
                        
 
 
 
Aynı gün izlediğim diğer film olan Almodovar’ın Aklımı Oynatacağım’ı ise, yönetmenin fevkalade tüyler ürpertici ve kariyerinin yüksek bir noktası sayılabilecek İçimdeki Deri’sinden sonra, hafiften eğlenmek için çok da detaya girmeden hızlıca yapmış olduğu belli olan, komedi unsurları bir hayli önde olan, her zaman olduğu gibi kullanılan renklerden dekora Almodovar tarzına çok sadık kalınmış eğlenceli bir yapımdı.
 
Çin sinemasını fantastik savaş ve dövüş koreografilerinin olduğu hanedan dönemi filmleri dışında olduğunca detaylı bir şekilde takip etmeye özen gösteriyorum. 2008 senesinde Pekin operasının en önemli ismi Mei Lan Fang’ın hayatını filme çekerek ses getirmiş olan Chen Kaige’nin son filmi İftira Ağı’nın bu sene festivale dahil olması, festivalin ustalara saygı bölümünün uzakdoğu ayağı olarak en güzel hareketlerindendi. Zaten senelerdir ele alınan bir konu olan komünizmden sonraki yeni yaşam düzeninin acımasızlığı hakkında yapılan filmlerin bu sefer de Chen Kaige tarafından ele alınmış olması, hem dokunaklı bir hikaye, hem de tipik modern Çin sinemasının güzel bir örneğini ortaya çıkarmış.
 
Festivalin ilk Pazar’ında hepsini İstiklal Caddesi’nde görebileceğim 5 tane görmeye değer film seçebilme başarısını gösterebildim. Ustalara saygı bölümünde sabahki ilk iki seans için seçmiş olduğum iki filmden Henüz Bir Şey Görmediniz Fransız yeni dalga sinemasının iyi bilinen yönetmenlerinden Alain Resnais’nin tiyatro ile sinemayı deneysel sayabileceğimiz bir şekilde iç içe geçirmiş olduğu keyifli bir filmi iken, 103 yaşında olması çektiği filmleri daha da bir merak ettiren Manoel de Oliveira’nın Gebo ve Gölge’si, sinemaya en az yönetmen kadar emek vermiş Jeanne Moreau ve Claudia Cardinale gibi usta oyuncuların da bulunduğu sabit dekorlu ve diyalogların çok ön planda olduğu durgun bir aile dramıydı. Festival bölümlerine bir süredir girmiş olan komedi filmleri bölümü Antidepresan’dan bir sonraki seansa seçmiş olduğum Garip Turistler, yer yer güldürse de seri katilliği bir komedi unsuru olarak sunarken bekleneni verip veremediği tartışma konusu olabilecek bir komedi filmiydi. Bir sonraki seanstaki Kadın Hikayeleri bölümünden Bir Kadının Gözyaşları’nda ise Audrey Tatou’nun başrolünde olduğu 20li yıllar muhafazakar Fransa’sı ve söz konusu zaman ve mekanın içerisinde kadın olmak gibi ilgi çeken bir konu vardı. Günün kapanışı olarak ise seçmiş olduğum filmlerden en umutlu olduğum David Bowie’li Mutlu Noeller Bay Lawrence’da, zaten senelerdir müzisyenliğini hayranlıkla takip ettiğim Bowie’nin daha önce hiç izlememiş olduğum oyunculuğuna da tam puan vermiş bulunmaktayım.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
İkinci Pazar ise, hem en seçilesi filmlerin o şekilde yer alması hem de “Bu Pazar tüm sinemalarını dolaştım İstanbul’un” türünden bir maceraya girme istediğimden dolayı üç ayrı festival bölgesinde peş peşe üç ayrı filme koşturdum. Günün Antidepresan bölümündeki ilk filmi Zıt Kardeşler festivalin en merak ettiklerim arasındaki bir diğer filmiydi. Bunun sebebi, David Bowie’den sonra bu sefer de 2001’den beri sesini, müziğini ve yaptıklarını hayranlıkla takip ettiğim Fransız şarkıcı Brigitte Fontaine’in (ve de müzisyen eşi Areski Belkacem’in) oyunculuğuna şahit olacak olmamdı. Önceki hafta sonu izlemiş olduğum Antidepresan filmiyle kıyaslanıldığı zaman, tüm oyuncuların fersah fersah önde bir iş çıkarmış olduğu Zıt Kardeşler, bir hayli absürd bir ailenin hikayesinin Punk’tan beslenerek oluşturulmuş güldürüsüydü. Brigitte Fontaine’in “garip anne” rolüne süper oturmuş kısa süreli ama öz oyunculuğu ve de şarkıcının 2001’de bir hayli ses getirmiş olan Kekeland isimli albümünün sert rock parçalarından Bis Baby Boum Boum’un film müziği olarak kullanılmış olması, Zıt Kardeşler’i bir hayli keyifle izlenebilir kıldı. Zamanlamamı güzel yaptığım için diğer seansa Atlas Sineması’na yetişebilme başarısını gösterebildikten sonra, “Çekimleri oyuncunun ölümünden sonra tamamlanabilen film” ekolünün güzel bir örneği olan Kirli Kan, Film Noir’a hafifçe göz kırpan bir River Phoenix saygı duruşuydu. Final filmi Beyaz Fil ise, Gözlerindeki Sır’daki o süper çıkışını yakaladıktan sonra, ülkemize gelen her filmini takip etmeyi alışkanlık edinmiş olduğum Ricardo Darin’in, bu sefer Arjantin varoşlarındaki tüyler ürpertici ve gerçekçi hikayesiydi.. Filmin açılış ve kapanış müziği olarak Arjantinli rock grubu Intoxicados’un Las Cosas Que No Se Tocan isimli şarkısının kullanılması da, günümüz Arjantin popüler rock’ına hafiften bir giriş yaptırdı. Beyaz Fil bu sene uzun yıllar sonra ilk defa Feriye’de izlemiş olduğum tek festival filmimdi ve Emek’in olmamasının her sene yaşatmış olduğu burukluğu giderebilme görevini, güzel ortamı ve festival sineması özelliğine bir hayli sahip olmasıyla giderebildi.

  
 
 
 
 
Portekizli koca çınar Manoel de Oliveira, bu sene Ustalar bölümü dışında dünya festivallerinden bölümünde de usta İspanyol yönetmen Victor Erice, Finlandiya’dan çıkan en iddialı isimlerden Aki Kaurismaki ve diğer bir Portekizli Pedro Costa ile giriştiği 4 hikayeli ortak filmle bir kere daha izleyiciyle buluştu. 2012 Avrupa kültür başkenti seçilen Guimaraes’te çekilmiş 4 farklı hikaye vardı Tarihi Şehir Merkezi isimli bu filmde. İlk önce Aki Kaurismaki’nin kendine özgü çekimleri ve oyuncu kullanımlarını bu sefer Guimaraes’in tarihi şehir merkezinde izledik. Daha sonraki Portekiz diktası göndermeleriyle dolu aşırı deneysel,ağır ve karanlık Pedro Costa hikayesinden sonra, Victor Erice’nin, tamamı eski bir Portekiz tekstil fabrikası çalışanlarının röpörtajlarından oluşan ve günümüzde kapanmış bu fabrikanın çok eski yıllarda çekilmiş ve fabrika yemekhanesini süsleyen koskocaman bir fotoğrafından yola çıkmış bir hayli enteresan bir  kısa filmini izledik. Victor Erice’nin hep bu tip zor konuları seçip üstesinden başarıyla gelebilmiş bir yönetmen olmasının tekrar tekrar kanıtıydı bu film.  Kapanış ise, Manoel de Oliveira’nın kendini zorlamadan bizi Guiamares’in şehir merkezine turistler eşliğinde götürdüğü kısa filmdi ve filmin adının da esas ilgilisiydi.

 
 

Bu sene Uluslararası yarışma bölümünde görebilmiş olduğum tek film olan Ne yaptın Richard?, gençlik hataları konusunu işleyen kendi halinde bir İrlanda yapımıyken, aynı günün bir sonraki hafta arası akşam seansı olan İnsan Hakları bölümündeki Bir Hurdacının Hayatı ise oscarlı yönetmen Danis Tanovic’in,  sosyal güvence eşitsizliği üzerine çekmiş olduğu , oyuncuların kendilerini oynadığı moral bozucu bir sistem eleştrisiydi.
 
 
Akbank Galaları’nda seçmiş olduğum iki filmden Lanetli Kan, Park Chan Wook’un ilk Hollywood çalışması olması ve Nicole Kidman içermesi açısından festivalin en göz önünde olan filmlerindendi ve gerek oyuncu seçimi olsun, gerekse Uzakdoğu gerilimini Hollywood’a başarıyla taşıyabilme başarısını gösterebilmiş olmasından ötürü olsun, Güney Koreli yönetmenin ilk Hollywood çıkarması olarak bekleneni fazlasıyla verebildi. Neil Jordan’ın başarısı ve kitapçıkta kullanılmış olan fotoğrafın etkileyiciliğinden seçmiş olduğum diğer gala filmi Bir Vampir Hikayesi ise, vampir filmi meraklılarının beklentilerini bir hayli karşılayabilecek başarıya sahip bir film olsa da, bu tür filmlerde farklı bakış açısı bekleyen festival izleyicileri için bekleneni vermekten uzak ama yine de keyifle izlenebilir bir filmdi.
 
 
Sonsöz olarak “Özetle, tatlı ve verimli bir festival idi..” yorumuyla yazıyı sonlandırmayı bu festival için uygun görüyorum…