İskandinavya’nın hastasıyım..
Senelerdir çeşitli bölgelerini görmüş olduğum bu nadide Kuzey Avrupa parçasında
bu sene ikinci defa Norveç’e ayak bastım ve bu seferki amacım çok ama çok uzun
süredir yapmak istediğim bir şeydi: Fiyortları görmek ve de Pulpit Rock’a
patika yürüyüşüyle tırmanmak.
Norveç’in her tarafı fiyort
kaynıyor ama en popüler seyahatlerden birisi Bergen’e yakın olan Flam ve
Gudvangen kasabaları arasında yapacağınız yaklaşık 2 saat kadar süren bir
feribot seyahatiyle Sognefjord’un bir kolu olan Naerofjord’u görmek. Bu
programı günübirlik yapmak çok kolay. İnternette Norway in a Nutshell olarak
aratabileceğiniz bir tur paketiyle biletleri internet üzerinden satın aldıktan
sonra, Bergen tren istasyonundan tüm biletlerinizi teslim alıp, sabah 8
sularında Bergen’den trene atlıyor ve de tüm bağlantıları elinizle koymuş gibi
bularak bu seyahati gerçekleştirebiliyorsunuz. Bu seyahati hem aynı internet tur programından
hem de kendi imkanlarınızla, mesela vardığınız kasabalarda geceleyerek, veya
Oslo’dan başlayarak uzatabilmeniz pek bir mümkün. Söz gelimi, Oslo’dan trenle
Bergen’e yapılacak 7 saatlik bir tren yolculuğu var. Bu tren hattına Bergen
Railway adı veriliyor. Avrupa’nın deniz seviyesinden en yüksek hattı olarak
övünen Bergen Railway bir hayli fotojenik bir tren seyahati; yol boyunca
Norveç’in o muhteşem doğasına tanık oluyorsunuz.
Ben de öyle yaptım. İstanbul’dan Oslo’ya bir Cumartesi
sabahı vardığımda şehirde hafiften esen bir hayli açık bir hava hakimdi. En son
2006 senesinde gelmiş olduğum Oslo’da o zaman Stockholm’den trenle giriş yapıp
sadece 1 gece kalabilmiştim bu sebeple de görmüş olduğum yerler kısıtlıydı.
Tren istasyonunun oradan başlayan Oslo’nun merkezindeki popüler alışveriş
caddesi Karl Johans Gate ve az ilerisindeki sahil kenarı Aker Brygge, 8 sene
önce nasılsa şimdi de aynıydı. Bu sefer sıra doğal olarak ilk seyahatimde
görememiş olduğum yerlerdeydi.
Bergen treninin kalkacağı Pazartesi sabahına kadar yapmayı
planlamış olduğum iki adet ziyaret vardı. İlk ziyaretim, bir süredir çıktığım
seyahatlerde sabahları koşmayı alışkanlık edinmiş olduğum için, Sognsvann
isimli 6 numaralı metro hattının son durağı olan ormanlık bölgeye oldu. Oslo (ve de aslında görmüş olduğum tüm Norveç
şehirleri) şehir merkezinden az bir miktar uzaklaştığınız anda kendinizi
doğanın orta yerinde bulduğunuz bir şehir ve de bu özelliğiyle şu ana kadar
bulunmuş olduğum tüm Avrupa şehirlerinden açık ara önde. Bu sebeple Sognsvann
isimli metroyla inanılmaz rahat bir şekilde ulaşabildiğiniz bu bölge Oslo’luların
şehrin çok da dışına çıkmasına gerek kalmadan, bisiklet, koşu ve de yüzme (çok
hoş bir gölü var) gibi faaliyetleri kolayca gerçekleştirebildiği pek huzurlu
bir yer.
İkinci ziyaretim ise şehrin merkezi semti Frogner’deki aynı
isimli parka oldu. Burası içerdiği Vigeland heykelleriyle dünyanın en büyük
heykel parkı ünvanına sahip olduğu gibi, ismini de tüm heykelleri yapmış olan
Gustav Vigeland’dan almış olan bir turist atraksiyonu ve 200den fazla heykele
ev sahipliği yapıyor. Parktaki heykellerin içerdiği hafif müstehcenlik,
2000lerin başında ülkede (ve aynı zamanda dünya festivallerinde) çok popüler
olmuş Norveç komedi filmi Elling’in bir sahnesine de konu ve mekân olmuştu.
Daha sonraki günlerde yeterince efor sarfedeceğimden Oslo’da
bir kısmını dinlenerek geçirmiş olduğum iki günden sonra, Pazartesi sabahı 8
gibi Bergen’e giden trene atladım. Açıkçası geçirmiş olduğum 7 saat boyunca
hareket eden bir trenin camından bu kadar güzel kareler alabileceğimi pek
tahmin etmemiştim ama hayatın sürprizlerle ve Instagram’ın da filtrelerle dolu
oluşu bana pek bir yardımcı oldu.
Tren öğleden sonra 3'te Bergen’e vardığında ilk gördüğüm
Norveç’in ikinci büyük şehrinden beklenmeyecek küçüklükte, sadece 4 adet
platforma sahip bir ana tren garıydı. Günübirlik fiyort gezisi biletlerini ve
kalacak yer meselesini hallettikten sonra bir şehirdeki ilk günümde her zaman
yaptığım şeyi yaparak haritasız, sorgusuz ve sualsiz bir şekilde şehir
yürüyüşüne çıktım. Aslında şehrin
sürekli olarak fotoğraflarda görmüş olduğum sıra sıra dizili rengarenk ahşap
evlerle süslü sahil kenarı Bryggen’e bir süre sonra varırım diyordum fakat o
yürüyüşüm şehrin hiç bilmediğim alakasız bir noktasına attı. Burası püfür püfür
esen, kenarında bir adet eski bina ve altında bir kafe bulunduran ve başka da
ilginç bir şey içermeyen bir sahil kenarı görünümündeydi. Kafeye girip bir
kahve söyledim ve de tezgahtaki arkadaşa Bryggen’in ne tarafta kaldığını
sordum. Aldığım cevap doğrultusunda anladım ki, Bryggen benim bulunduğum noktanın
tam 180 derece ters tarafında kalıyordu çünkü Bergen’in sahile açılan kısmı burun
şeklindeydi ve ben de burnun öteki tarafındaydım. Kahvemi içip söz konusu eski
binanın içinde ufak bir lavabo molası verdikten sonra tam Bryggen’e doğru yola
koyulacaktım ki, aksanından Amerikalı olduğunu tahmin ettiğim bir bayan yanıma
gelip bana dans sınıfının yerini bilip bilmediğimi sordu. O esnada anladım ki,
bulunduğum bina kültürel aktivitelerin döndüğü bir yer. Binayı biraz daha
incelemeye koyunca girişteki bilgilerden burasının USF Verftet (www.usf.no) isminde bir konser (bilhassa muhteşem
caz konserleri) ve aynı zamanda bilumum kültürel aktiviteler mekanı, bunun yanı
sıra eski bir konserve fabrikasından bozma koskocaman bir bina olduğunu
keşfettim.
Daha sonra Bryggen’e doğru yola koyularak burnun öteki
tarafına doğru bol çıkışlı ve inişli bir yoldan yürüdüm. Burada en çok göze
çarpan hususlardan birisi, bu bölgenin restorasyona uğramış çok güzel ahşap
evler içeren sessiz sakin bir bölge olmasıydı. Burada oturanlar yaşıyor diye
düşünüp kendimi yokuş aşağı verdikten sonra mütevazı bir şehir kilisesinin
önünden geçtikten sonra sahili gördüm. Fotoğraflardan sürekli olarak görmüş
olduğum balık pazarı ve rengarenk sıralı evlerin bulunduğu Bryggen tam karşımda
duruyordu.
Ertesi sabah tren 10 sularında fiyortlara gidebilmek için
ilk durak olan Myrdal’a hareket etti. Myrdal bir aktarma noktası ve burada
indikten sonra fiyort gezinizin başlayacağı Flam’a gitmek için başka bir trene
aktarma yapıyorsunuz. Daha önce Bergen Railway’in deniz seviyesinden
yüksekliğindeki iddiasına değinmiştik. İşte bu kadar yüksekten Flam’a, yani
fiyort gezisinin başlayacağı deniz seviyesine, inmek için Flam Railway adı
verilen bu hat sizi bu kasabaya doğru emin adımlarla yokuş aşağı götürüyor ve
yoldaki manzara yine inanılmaz. Tren şelalenin tekinin önünde turistler inip
birkaç fotoğraf çekebilsin diye kısa bir mola verdikten sonra devam ediyor ve
kısa bir süre sonra da Flam’a ulaşıyor. Flam kafa dinleme amaçlı birkaç gün
kalınabilecek çok güzel bir sahil kasabası ve de tren ulaşır ulaşmaz fiyortlara
devam edecekseniz geziyi yapacağınız feribot sizi az ileride bekliyor.
Burada seyahate başlamadan önce kafamı kurcalamış bir konuya
değinmek istiyorum. Biletleri alırken fark ettiğim bir husus; tren, feribot ve
otobüs aktarmalarının önemli bir bölümündeki bekleme süresinin 5 bilemedin 10
dakika olduğuydu. Sonuçta İstanbul gibi bir şehirde yaşayıp, rötarlı gelen
vasıta konusuna alışkın bir insanım. Kaldı ki Almanya gibi raylı sistem
medeniyetinin beşiği bir ülkede bile bir trenin rötar yapma ihtimali her zaman
vardır. Bu hususu biletleri teslim aldığım yerde sorduğumda, yani eğer bir
vasıtayı kaçırırsam bir sonrakini kullanabilir miyim ve aynı gün başka vasıta
var mı diye sorduğumda, öyle bir şey olmayacağı yanıtını almıştım. Daha sonra
seyahat ederken anladım ki, bu aktarmaların hepsi o destinasyondaki turistlere
göre ayarlanmış ve araçlardan birisi varmadan diğer araç hareket etmiyormuş..
Feribot Flam’dan emin adımlarla Sognefjord’un bir kolu olan
Naerofjord’a doğru uzaklaşırken, hem fiyortlara doğru olan hem de Flam
kasabasına doğru olan manzara inanılmazdı.
Norveç yazın bile gidildiğinde havanın hiçbir zaman gerçek
anlamda sıcak olmadığı bir ülkeyken feribot fiyortların arasında fink atarken
bu sıcaklık iyice düşerek tahminen bir 5-10 derece arasında seyrediyor.
Turistik atraksiyonunu pazarlamasını çok iyi bilen Norveçliler, fiyortların en
can alıcı manzarasının olduğu bölgede feribottan aynı anda yüksek sesle bir klasik
müzik parçası girip size etkileyici dakikalar yaşatıyorlar. Feribot 2 saatlik
ama göz açıp kapayıncaya kadar geçen muhteşem gezisini noktalarken, sonlara
doğru yağan hafif yağmur yerini gökkuşağına bırakıyor. Biz turistlere de bu
muhteşem anın fotoğrafını çekmekten başka bir şey kalmıyor.
Feribotun vardığı kasaba olan Gudvangen’da bekleyen otobüs,
40-45 dakika süren ve daracık virajlardan iniş ve çıkışların heyecan yarattığı
kısa bir seyahatten sonra, Bergen’e geri dönüş treninin geçtiği Voss kasabasının
tren istasyonuna varıyor. Bu tren Oslo’dan Bergen’e seyahat ederken bindiğim
tren seferinin ta kendisi. Bergen Railway hattını kullanarak Bergen’e bir varış
daha yapıyor ve günübirlik fiyort ziyaretimi akşam 7 sularında Bergen’de
sonlandırıyorum.
Ertesi gün Bergen’deki son günümdü ve bu günü Floyen
tepesine yapılacak olan patika yürüyüşüne ayırmıştım. Öğlen vakti balık
pazarındaki okkalı bir fish and chips
ziyafetinin sonrasında şehrin göbeğinden patika yürüyüşüne başlayıp
yaklaşık 1,5 saat sonra dümdüz bir yoldan vardım Floyen tepesine. Burası hem
turistler için hem de şehrin sakinleri için mühim bir yer çünkü turistlere
şehre tepeden bakan, bilhassa şehir merkezindeki o burun coğrafyasını daha iyi
anlayabileceğiniz, hoş bir manzara sunarken; içerilere doğru biraz daha
yürüdüğünüz vakit şehir sakinlerine de muhteşem yürüyüş ve koşulara müsait olan
ormanlık bir alan sunuyor. Varabilmek ve geri dönebilmek için yürüyüş şart
değil çünkü teleferik de var.
Noveç gezimdeki sonuncu ve de en heyecanla beklediğim
seyahatimin vakti gelip çattığında ise bir Perşembe sabahı Bergen havalimanında
Stavanger’e gidecek olan uçağı beklemekteydim. Bergen Stavanger uçuşu çok kısa
sürdüğü için Wideroe isimli havayolu şirketi bu uçuşu pırpır uçakla yapmayı
uygun görmüştü.
Stavanger çok tatlı ufak bir şehir. Ufak bir tarihi şehir
merkezi ve Norveç standartlarına göre büyük sayılabilecek bir kilisesi var.
Lisede okurken bu ülkenin black metal’i ile sürekli kafamı ütüleyen
arkadaşlarımdan ötürü bu müzik türüne, bilhassa o tarzda efsane olmuş Burzum
isimli tek kişilik Varg Vikernes projesine, aşinalığım var. Bu sebeple kiliseyi
gördüğüm anda aklıma ilk gelen kilise yakan black metal grubu muhabbeti ve de
bu muhabbetin Umut Sarıkaya karikatürü “Kurularından Topla Cemiiiil (Brutal Vokal)”
geldi. Çünkü karşımda duran kilise tam da o karikatürde çizilmiş kiliseye
benziyordu; başarılı bir çizersin Umut Sarıkaya..
Aslında Stavanger sadece yukarıda bahsetmiş olduğum
özelliklere sahip olsaydı çektiği turist sayısı muhtemelen pek fazla olmazdı.
Stavanger’i Stavanger yapan 1-1,5 saatlik bir yolculukla ulaşabileceğiniz The
Pulpit Rock veya daha az bilinen orijinal adıyla Preikestolen. Burası kanımca
fiyortları görme amacıyla Norveç’e gelmiş bir turistin görmeden dönmemesi
gereken bir doğa harikası. Lysefjord’a bakan bu devasa kaya o güne kadar sadece
filmlerde, hatta belki de abartmam gerekirse çizgi filmlerde, görme şerefine
erişebilmiş olduğum bir oluşumdu.
Buraya ulaşmak ise Norveç’in bir hayli medeni yolcu taşıma
sisteminden ötürü o kadar kolay ki. Önceden bilet alıp rezervasyon yapmanıza
bile gerek yok. Sabah otelden çıkıp Tau’ya giden feribotun kalktığı iskeleye
gidiyorsunuz. Feribota binip ödemeyi yolculuk esnasında yapıyorsunuz. Tau’ya
indiğiniz anda, dışarıda bekleyen ve önünde Preikestolen yazan yeşil otobüslere
binip yine ödemeyi binerken yapabiliyorsunuz. Yaklaşık 20 km kadar bir
yolculuktan sonra otobüs sizi Preikestolen’a varmak için yapmanız gereken
patika yürüyüşü güzergahının tam ayağına bırakıyor. Buradan zirveye varmak 3,8
km ve yer yer kayalık bir yerden tırmanış gerektirdiği için, sağlam bir
trekking ayakkabısına ihtiyacınız var. Yaz mevsimi dışında buraya tırmanmanın
çok zor olabileceği ve ancak dağcılık bilgisi olan birisinin altından
kalkabileceği kanısındayım. Yazın bile yağmur yağarsa kayaların üstü kaygan
olacağından dikkat etmekte fayda var.
Preikestolen’e 1,5 saat gibi bir sürenin sonunda vardıktan
sonra karşılaşılan manzara gerçekten olağanüstü. İnsana buraya çıkarken atmış
olduğu her bir yorucu adımın buna değdiğini düşündürüyor.. Tıpkı fiyortların
orada olduğu gibi soğuk ama bu sefer bir de çok ciddi anlamda rüzgarlı bir hava
hakim burada. Bir ara elimde iki adet makineyle fotoğraf çekmeye çalışırken
rüzgar öyle bir esti ki makinelere bir şey olmasın diye kendimi hafif bir uçuş
gerçekleştirerek yere attım. O esnada iyi ki uçurumun çok kenarında değildim
çünkü eğer öyle olsaydım bu yazıyı okuyamazdınız.
Stavanger maceram da sonlandıktan sonra dönüş uçağına binmek
için Oslo’da son bir gece geçirdim ve de Oslo'daki bu son günümde Munch müzesini ziyaret ettim. Bu müze bence Oslo'da şehir merkezinde atılmış bir turun ardından Vigeland heykelleriyle beraber görülmesi gereken iki en önemli atraksiyondan biri. Edvard Munch ölümünyle birlikte tüm eserlerinin Oslo'ya bağışlanmasını vasiyet etmiş olduğu için bu müzede sanatçının eserlerinin geniş bir koleksiyonunu görebilmek mümkün. Metro durağı hemen önünde bırakıyor ve gidiş geliş ziyaret derken sadece 2 saat ayırmak yetiyor.
Yazımı sonlandırmadan önce, son bir
konuya, aşırı pahalı olan bu ülkedeki yeme içme mevzusuna değinmek istiyorum. Norveç’te pahalılık bir turist için gerçekten çok ciddi bir
husus. Genellikle Türkiye’deki bilumum muadil restoranlarda ödemiş olduğunuz hesapların
üç katı gibi bir pahalılık söz konusu burada. Bu sebeple, ekonomik bir tatil
amacıyla buraya gelmişseniz sürekli güzel yerlerde yemeniz tatil sonu
faturasının astronomik boyutlarda olmasına sebep olabilir. Ancak yine de ister
Oslo ister Bergen ister Stavanger olsun, gözünüze kestirmiş olduğunuz bir deniz
mahsulleri restoranına gitme niyetiniz varsa, hemen hemen tüm bu tip
restoranlarda bulabileceğiniz, kremalı deniz mahsulleri çorbasını denemenizi
öneririm, gerçekten çok güzel yapıyorlar.
Onun dışında da geçiştirmek için en güzel mekan her şehirde
bolca bulunan Norveç’in yerel Seven Eleven’ı Deli de Luca denen çok güzel
sandviç ve içecekleri olan mekan. Tıpkı Deli de Luca gibi bir de iki tane yerel
pizzacı zinciri var bu topraklarda. Peppes Pizza ve Dolly Dimple’s. Aslında
Peppes Pizza Oslo ve Bergen’de çok popülerken Stavanger’de hiç görmedim, onun
yerine muadili Dolly Dimple’s Stavanger’de keşfetmiş olduğum bir zincirdi.
Başarılı ama pahalı mekanlar..
İskandinavya’nın hastasıyım demiştim başlarken. Buna ek olarak diyebileceğim son bir şey daha varsa o da tanrının İskandinavya’yı yaratırken Norveç’e bariz kıyak geçmiş olduğudur..