25 Eylül 2012 Salı

Neşet Ertaş'ın ardından

Neşet Ertaş, usta ozanlığının yanı sıra, 60lı ve 70li yıllar Türkiye’sinde, müziğin en verimli biçimlerde düzenlendiği dönemlerde; dönemin sentez müzik yapan sanatçılarına da türküleriyle ilham kaynağı olmuş bir sanatçıydı.
 
Cem Karaca ve Erkin Koray kariyerlerinin en verimli dönemlerinde, ustanın “Kendim Ettim Kendim Buldum” eserini aynı sene içerisinde (1970) yorumlamışlardı.



Erkin Koray underground çalışmalar yaptığı grubu Yeraltı Dörtlüsü ile, Kendim Ettim Kendim Buldum’u saykodelik rock düzenlemesiyle yorumlarken, Neşet Ertaş türkülerindeki mistik, bir o kadar da duygu yoğunu havayı, aynı özelliklerin zaten saykodelik müziğin karakteri içinde yer almasından ötürü çok başarılı bir düzenleme olarak dinleyiciye sunmuştu.



Cem Karaca ise türkünün dönemin rock müziğinin en popüler enstrümanlarından hammond org ile harmanlanmış bir düzenlemesini plağa okuyup, daha o dönemler çiçeği burnunda bir tarz olan Anadolu Rock adına seçkin bir sentez örnek vermişti.

 


1971 senesinde ise üstadın “Tatlı Dillim Güler Yüzlüm” isimli eseri ise Cem Karaca’nın 70li yılların ilk yarısındaki grubu Kardaşlar ile bas, davul, ıklığ ve gitarın konuştuğu bir rock düzenlemesi olarak plağa yansımış, aynı sene içerisinde Selda Bağcan ise, sade bir folk düzenlemesiyle Tarık Akan ile Filiz Akın’ın başrolde oynadığı bir filme adını verecek kadar tutmuş bir çalışmaya imza atmıştı.

 

Huzur içinde yat büyük usta; müzik seninle anlamlıydı…

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Smoke on the water, fire in the sky...

Geçenlerde Montreux caz festivalinin web sitesine bakarken festivalin kurucusunun ismini görünce bu isim beni 90lı yıllarda yeni yeni 70lerin Hard Rock’ını dinlemeye başlamış olduğum dönemlere götürdü: Claude Nobs.

80li yılların Heavy Metal’inin atası sayılmasına karşılık bu türe kıyasla daha sakin ama distorte, diğer taraftan da blues cümlelerinden bolca beslenen 70lerin Hard Rock’ına bu türün ağababası olan Deep Purple ile başlamak doğal olarak kaçınılmazdır. Sene 93-94 civarlarıyken edinmiş olduğum bir 70ler Best of’u CD’siyle grupta çalmış olan elemanları bir bir öğrendikten sonra edinmiş olduğum 1972 tarihli albüm Machine Head CD'sinin kitapçığını açtığımda tüm grup elemanlarının tek tek çekilmiş fotoğraflarının yanı sıra bir de Claude Nobs’un fotoğrafı vardı. Kendisi grupta hiçbir şey çalmıyor olmasına rağmen kitapçıkta grup elemanı gibi yer almış olmasını enteresan bulmuştum; fakat o dönemler bir bilgiye ulaşabilmek şimdiki kadar kolay olmadığı için kendisinin kim olduğunu bilme şansım olmamıştı.
 
 


Deep Purple’ın Machine Head albümünü kayıt ettiği dönemlerde İsviçre’nin Montreux kentindeki bir Frank Zappa konseerinde çıkan yangın ve albümün hit parçası, Hard Rock'ın milli marşı Smoke on the water’ın bu hikayeyi anlatıyor olması; o dönemleri bilen, inceleyen kişiler tarafından genellikle bilinir. Claude Nobs ise bu hikayenin perde arkası kahramanıymış; bu sebeple fotoğrafı Machine Head albümünün iç kapağında grup elemanlarıyla beraber yer almış.

Claude Nobs İsviçre’nin Montreux kentinde doğup büyümüş. Bir süre Amerika’da bulunup burada müzikle ilgili bazı işlerle uğraştıkran sonra Montreux’ya geri döndüğünde burada caz festivali düzenlemeye başlayıp inanılmaz bir başarı sağlamış. 1971 senesinde Deep Purple Machine Head albümünü Montreux’da Claude Nobs’un sahibi olduğu ve Montreux caz festivaline de ev sahipliği yapan Montreux Casino’da kaydetme kararı almış. Montreux Casino kışın bir süre kapalı kaldığı için Deep Purple burada kış döneminde albümü rahatça kaydedebilme planları yapıyormuş. Aralık ayında mekanın kapanmasına az kala Frank Zappa’nın verdiği bir konser esnasında izleyicilerden birisinin ateşlemiş olduğu alev mekanda yangın çıkmasına sebep olmuş ve mekan ciddi hasar görmüş. Claude Nobs, mekanda mahsur kalıp dışarı çıkmaya cesaret edemeyen kişileri kurtararak Smoke on the water’ın bir dizesine ilham kaynağı olmuş:

“Funky Claude was running in and out, pulling the kids out the ground..”
 
 

Daha sonra Deep Purple, Machine Head albümünün kaydını yine Montreux’taki Grand Hotel’in koridorunda tamamlayabilmiş ve Machine Head Hard Rock'ın en efsanevi albümlerinden birisi olarak tarihteki yerini almış.

Montreux Caz festivali bu sene 46ncısı olmak üzere Haziran-Temmuz aylarında düzenlendi ve halen hem İsviçre’nin en büyük caz festivallerinden, hem de Avrupa’nın en prestijli caz festivallerinden biri olma özelliğini korumaya devam ediyor. Machine Head albümü için ise bu sene içerisinde Re-Machined adı altında Metallica’sından Iron Maiden’ına, Steve Vai’ından Santana’sına birçok ustanın çalmış olduğu bir saygı albümü yapıldı. Albümde Metallica’nın çalmış olduğu When a blind man cries ise hem kayıt, hem de yorum kalitesiyle öne çıkanlardan.
 
 

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Doğunun uzağından gelen saykodelik tınılar - Seul’de turistik amacı aşan bir gezi:

Saykodelik müziğin ne olduğu hakkında Erkin Koray’ın yanlış hatırlamıyorsam 60lı yılların sonunda yapmış olduğu öz ve yerinde bir tanım vardır: “Beat müziğinin geliştirilmiş ve sertleştirilmiş şeklidir. Bu tür müzik insanın sinir sistemi üzerinde müthiş etki yapar.” der Erkin Koray dönem röportajlarının birinde. O dönemden günümüze saykodelik müziği değerlendirirken aklımın bir yerlerinde hep bir başucu tanımı olarak kalmıştır bu tanım. 


Seul sokaklarında aslında “hiç hesapta yokken” diye nitelendirilebilecek bir seyahatin öznesi olarak, yukarıdaki tanım yine aklımın bir köşesinde sakince şekerlemesini yaparken, şehrin öğrenci semti Hongdae’de yürümekteydim. Hava kararmak üzere olduğu için ve daha birkaç dakika önce Korelilerin başka bir yazının konusu olabilecek iddiadaki batı etkilenimli yemekleri “çıtır tavuk” karnımı haddinden fazla doyurmuş olduğu için, turist gibi takılmaktan sıyrılıp musiki ile ilgili bir yerlere denk gelsem de Güney Kore seyahatim yeni bir boyut kazansa diye aklımdan geçiriyordum.


Aslında bulunduğum mekan öğrenci mekanı olduğu için ortamdaki rock bar’lar bir hayli boldu hatta Korelilerin barlarına isim bulmak için kasmayıp direkt konuya girmeleri, yani Hongdae’deki barlarından birine “The Doors” diğerine “Deep Purple” ismini vermiş olmaları beni bir hayli eğlendirmişti fakat esas arayışımdan uzaktı bu mekanlar.
                            

                           

Esas aradığım şey, bu seyahatimden yaklaşık bir 13 sene kadar önce saykodelik müzik takıntım başlayalı henüz birkaç sene olmuşken, o dönemki öğrenci bütçesine göre ufak bir servet ödeyip satın almış olduğum “Love Peace and Poetry: Asian Psychedelic Music” isimli plakta 1977ye ait bir şarkılarını dinlemiş olduğum Koreli rock grubu San Ul Lim ve gruba ait bilimum külliyattı.
  
San Ul Lim’i arıyordum derken tabii ki yürürken grup elemanlarının 25 sene sonraki hallerine birden bire sokakta rastlamayı falan ummuyordum. Aslında arıyor olduğum şey, bir müzik ortamında San Ul Lim diyip öncelikle grubun günümüz Koresinde ne kadar hatırlanıyor olduğunu öğrenmekti. Daha önceki müzik amaçlı seyahatlerimden biliyordum ki, bunu öğrendikten sonra bu bilgi beni şehrin sahaflarının göbeğine atabilecek potansiyeldeydi.


Düşüncem beni yanıltmadı. Az sonra girmiş olduğum ufak bir CD dükkanında San Ul Lim ile ilgili birkaç yeniden basım kayda denk gelmekle kalmamış, dükkan sahibinden meselenin atar damarı olan ikinci el plak dükkanlarına nasıl gidebileceğime dair gerekli bilgiyi çoktan almıştım bile.

Her ne kadar Koreliler İngilizce konusunda pek başarılı olmasalar da ( gerçi tüm Güney Koreliler chicken ne demek bilir fakat bu şu an için konumuzun dışnda!) CD dükkanının sahibine LP dediğimde ne demek istediğimi anlayıp bana bilgisayar ekranı yardımıyla kendimi ikinci el plakçıların ortasında bulmam için inmem gereken metro istasyonunu gösterdiğinde amacıma ulaşmış bulunuyordum.
Heohyeon.. CD satıcısının üstüne basa basa Feyyoonn diye okuduğu bu isim bir metro durağının ismi olmasının yanı sıra Seul’ün turistik atraksiyonlarından sıkılmış bünyeye ilaç gibi gelen ve durakla aynı isme sahip bir yeraltı çarşısını da içeren bir yer. Hem de şehrin göbeğindeki en piyasa mekanlardan birisi olan Myeong-dong’a sadece 1 durak uzaklıkta.

                            

                            

Türkiye sınırları dahilinde önce İstanbul’da açılmış ardından da İzmir’e taşınmış bir Matara İlgievi vardır. Buranın sahibi ortam plaktan geçilmemesine rağmen koleksiyonerlerin ilgisini çekecek daha başka bir dolu şey sattığı için burasını bir plakevi veya sahaftan çok bir İlgievi olarak tanımlar ve adı da bu yüzden öyledir. Eğer Matara İlgievi bir İlgievi ise o zaman Heohyeon’un da bir tür ilgi çarşısı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bol miktarda plakçının yanı sıra koleksiyonerlerin ilgisini çekecek başka şeylerin de bulunduğu fevkalade bir yeraltı çarşısı burası.
                             

Seul’e vardığım andan Heohyeon’u bulana kadar geçen zaman içinde kafamın içinde çalan Asian Psychedelic Music toplamasındaki San Ul Lim şarkısı “It was probably late summer” Kore sokaklarındaki gezim için bir motivasyon olma görevini fazlasıyla yerine getirmişti. Şimdi sıra bu şarkının bulunduğu San Ul Lim albümünün plağını bulmaya gelmişti. San Ul Lim daha önceki CD dükkanında şahit olduğum üzere Güney Kore'de tanınmakla kalmıyor, Heohyeon’da ilk girmiş olduğum dükkanda da şahit olduğum üzere plakları kolaylıkla bulunabiliyordu. Dükkan sahibi grubun hemen hemen tüm albümlerini önüme dizmişti.
San Ul Lim’in ilk iki plağını naçizane koleksiyonuma katmakta karar kıldıktan sonra aklım söz konusu Asian Psychedelic Music toplamasındaki ikinci dumanlı müzisyen Shin Joong Hyun’a takıldı. Shin Joong Hyun plakları ne yazık ki San Ul Lim gibi ortalıkta yoktu. Aslında bunun sebebini plak dükkanı sahiplerinden daha detaylı bir şekilde öğrenmek ne kadar da iyi olurdu fakat İngilizce konusundaki yetersizlik kendisini Heohyeon’da da göstermişti.
Her ne kadar bunu plakçı arkadaşlarımızdan öğrenemesek de internette bu iki ismin geçmişi hakkında yapılan ufak bir araştırma neden birisinin tüm albümlerinin seri olarak bulunabildiğine, diğerinin ise hiç bulunamadığına dair bir hayli net bir fikir sunabiliyordu:
Shin Joong Hyun, her ne kadar klişe bir benzetme olsa da çok yerinde olduğu içim benzetmeden edemiyorum, Güney Kore’nin Erkin Koray’ı. Genellikle rock müzik ile ön plana çıkamamış bir çok ülkede bu tip Erkin Koray’lardan hep bir tane bulunsa da Shin Joong Hyun’un Güney Kore Erkin Koray’ı olmasındaki paralellikler çok fazla. Kendisi 1950li yılların sonunda ülkesindeki Amerikan askerlerinin etkileniminden ilk çalışmalarını çıkarmaya başladığı gibi, 70lerin başlarına gelindiği zaman tıpkı bir Amerikan askerinden satın almış olduğu Gibson Les Paul ile 70lerin başlarına kadar gelmiş olan Erkin Koray gibi, hem muhteşem rock gitar soloları atan hem de melankolik ve bir o kadar da dumanlı sesiyle nefis şarkılar söyleyen bir rock yıldızı haline geliyor ve ülkede bir hayli tanınıyor.

                                    

Daha sonra ise hikayenin Shin Joong Hyun’a ve bir nebze de Güney Kore’ye özgü olan kısmı başlıyor. Dönemin diktatörü kendisinden devleti öven (aslında Güney Kore’nin beyaz sarayı olan Blue House’u öven) bir şarkı yazmasını istiyor. Shin Joong Hyun da senelerini psychedelic gitar sololarına adamış özgürlükçü bir müzisyen olarak bu teklifi kabul etmeyince film burada kopuyor ve bir gün üzerinde uyuşturucu ile yakalanıp tutuklanıyor. Belli bir süre müzikten uzak kaldıktan sonra 80lerin başında müziğe geri dönerek aktif müzik yaşantısını günümüze kadar devam ettiriyor. Ayrıca belirtmeden olmaz; kendisi dönemin diktatörünün isteğini reddettikten sonra Blue House’u övmek yerine daha mantıklı bir hareket yapıyor ve ülkesinin doğasını öven Beautiful Rivers and Mountains isimli (seneler 2011’i gösterdiğinde Amerika’da çıkan Shin Joong Hyun toplamasına ismini verecek kadar yabancılar tarafından sevilmiş olan) şarkıyı yazıyor.

                                      

Shin Joong Hyun’ün sakıncalı müzisyen durumuna düşmüş olması tabii ki plaklarının bulunabilirliğini de etkilemiş ve günümüzde 1975 ve öncesi plakları iyi para ediyorlar.

San Ul Lim’in plaklarının bulunabilirliğinin daha kolay olması ise hem ilk albümlerini 1976 sonu 1977 başında rock’ın Shin Joong Hyun sonrası memlekette unutulmaya yüz tutmuş olduğu bir dönemde çıkarmış olmalarıyla hem de bu albümün iyi satarak kendilerine şöhreti getirmiş olmalarıyla alakası var. San Ul Lim tıpkı bizdeki Üç Hürel gibi üç kardeşin kurmuş olduğu bir rock grubu. Güney Kore’nin hafif varlıklı bir ailesinden gelmiş olan bu üçlü üniversite yıllarında işe tamamen amatörce bir giriş yapıyorlar. İlk albümleri bile gayet amatör bir havada ve tek seferde kaydediliyor.  İlk albümün A2 parçası “It was probably late summer”, 1976 sonu 1977 başı gibi rock’ın beşiği İngiltere’de punk-rock’ın yükselmeye başladığı bir dönemde, içerdiği sanki o 60ların sonundan kalmaymış hissi veren amatör ruhlu gitar solosuyla albümün sivrilen çalışması oluveriyor.
                                       

Yazının başlarında bahsetmiş olduğum 1999 tarihli Love Peace and Poetry: Asian Psychedelic Music toplamasında hem Beautiful Rivers and Mountains hem de It Was Probably Late Summer (buradaki belirtmek gerekir ki, aslında bu şarkıların tamamen Korece isimleri tabii ki var fakat ikisi de batıda bu isimlerle popülerleştirildi) toplamanın Güney Kore örnekleri olarak yer almıştı. O dönemler Youtube gibi istediğimiz her coğrafyanın seçkin örneklerini anında önümüze seren web ortamları olmadığı için böyle bir toplama dünyaın Psychedelic geçmişinin keşfi için altın niteliğindeydi. Gün geldi; yolum Güney Kore’ye düştü, seyahat boyu kulaklarımda yankılanan bu iki şarkı bana Kore’nin yeraltındaki bir çarşısının kapılarını açtı, seyahatimi renklendirdi.  Bir gün sizin de o topraklara yolunuz düşerse içinizde eskiye dair bir ilgi yeşerdiği takdirde belki Heohyeon’un o nostaljik ortamına gider, yemiş olduğunuz tavuk yemeğinin acısını orada serinletirsiniz.

6 Mayıs 2012 Pazar

Türk'ün Belçika birasıyla imtihanı

Üniversite çağında veya yakınındayken gezmeyi, eğlenmeyi, değişik kültürleri tanımayı, hafiften de yaşın getirdiği serseri ruhu seven gençliğin yolu Belçika veya Hollanda’ya düştüğünde geçireceği tüm güzel vakitlerin çok mühim bir de destekleyicisi vardır: Belçika birası. Belçika biralarını hemen yanıbaşındaki diğer bir iddialı ülke Almanya’nın geleneksel biralarından ayıran en önemli hususlardan birisi ise farkı çok belirgin olan aroması ve yüksek alkol oranlarına rağmen kolay içime sahip olmasıdır. Aslında bu özelliği Belçika’nın hem Almanya hem de dünyanın dört bir yanındaki en popüler bira çeşidi olan Pilsen tipi hafif acımtırak biraları Jupiler, Stella Artois v.b. değil, manastır birası olarak adlandırılan biraları göstermektedir.



Türkiye’de senelerdir bir çok bira markası ithal olarak boy göstermekteyken bunca markanın arasında bir Belçika birasının eksikliği senelerdir vardı. Bu eksiği bu sene ithal edilmeye başlanmış olan ve hali hazırda Belçika’da da en popüler manastır birası markalarından birisi olan Leffe sonunda kapayıp bilimum marketlerin raflarında yerini aldı.




Aslında Avrupa’nın bilimum ülkelerinde, hatta dünyanın öbür ucu Çin Halk Cumhuriyeti’nde bile bilimum barlarda, hatta bazılarında Belçika barı adında konsept bir şekilde, Belçika birasının envai çeşidine rastlayabilmek mümkün. İstanbul’da halihazırda Taps gibi konsept bir ortam varken, cesur bir girişimcinin Belçika birası çeşitlerini bulabileceğimiz bir ortam açması da Leffe’nin Türkiye’ye girmesiyle başlamış olan başarılı hamlenin devamı olarak görmeyi umduğumuz İstanbul’un mekan ve kültür zenginliğine yakışacak hareketlerden.

6 Nisan 2012 Cuma

Replikas - Biz Burada Yok İken

Replikas'ı 90lı yıllarda Peyote'de Cumartesi akşamları çıktıkları dönemden beri takip ederim. Aslında onları takip etmem 60lı ve 70li yıllara ait Türk rock 45liklerini topladığım ve İstiklal Caddesi'nin o zamanlar var olan efsanevi mekanı Dip Sahaf'ı arşınladığım döneme denk gelir. O dönemler ihtilal sonrası yasaklanmış olan Cem Karaca tekrar gündeme gelmiş, hem Cem Karaca, hem de Erkin Koray hakkında yazılmış olan birer kitap ve Yavuz Plak'ın yasaklı Cem Karaca şarkılarını Best Of serisi şeklinde sunmaya başlamış olması, bir kitle için Anadolu Rock'ın yeniden dirilişi olarak anlam kazanmıştı.

Aslında 90lı yıllarda Türk pop müziğinin yapmış olduğu patlama bilimum Anadolu Rock diriliş albümlerini de beraberinde getirmiş olmasına rağmen, bu albümlerde düzenleme olarak hep bir vasatlık hakimdi. Aynı dönemde hali hazırda etkilenmiş olduğu 60lı ve 70li yıllar Türk rock müziğine kendi çalışmalarında bolca selam çakmış olan Replikas'ı diğerlerinden ayıran farklar da burada ortaya çıkıyordu. Samimi bir şeyler ortaya çıkarmak için bir araya gelmiş bir müzik grubu, zamanında yapılmış olan şeyin amaç ve ruhunu iyi kavramış olmak ve bunu her şeyin değişimiş olduğu 90lı yıllarda daha ilerici bir anlayışla icra etmek..

İşte 90larda Türk underground müziği yapmak üzere yola çıkmış olup bu yolda ilerlerken sadece Anadolu Rock'tan değil, bu coğrafyanın kıymetli alt kültürü arabeskten de beslenmiş olan Replikas, günümüze kadar eksenini koruyup sonunda yılların birikimini son çıkardığı cover albümü Biz Burada Yok İken'de derleyip toparladı.



Bugün albümü henüz daha dinlememiştim ki, yakın bir tanıdıktan bir "olmamış" yorumu aldım. Bu yorumun sebebini kendisine hiç sormadım fakat şu anda bir taraftan albümü dinleyip diğer taraftan bu yazıyı yazarken "olmamış" yorumunun sebebini çok iyi anlıyorum.

Aslında bana kalırsa gayet de "olmuş" bir albüm Biz Burada Yok İken. Replikas, bilimum Anadolu Rock cover'larını bir albümde derleyip toplama işinin altından Türkiye'de hakkını vererek kalkabilecek nadir isimlerden. Fakat eğer ki Replikas'ı az çok tanıyor iseniz, albümü dinlerken "Benim bildiğim Replikas çok daha iyisini yapabilir." cümlesini de kurabilme ihtimalinizin yüksek olması "olmuş" yorumunun kimine göre "olmamış" yorumuna kaymasına sebebiyet verebilir. Albümdeki bir çok cover orjinaline bir hayli sadık kalarak yapılmış. Kötü değil ama Replikas'ın önceki albümleri çıtayı zamanında bir hayli yükseltmiş olduğu için bazı cover'larda orjinalinden biraz daha uzaklaşıp, daha özgün düzenlemeler duysak ne kadar da fevkalade olurdu diyor insan.

Orjinaline sadık, fakat distorte ve saldırgan sound'un da kendini hard core bir gövde gösterisi olarak göstermiş olduğu düzenlemeler bunlar; ki bu bir artı puan zaten. Bir de üç tane düzenleme var ki; birincisi Ersen ve Dadaşlar'ın ilk 45liği Bir Ayrılık Bir Yoksulluk Bir Ölüm: Burada Dadaşlar düzenlemesine yine sadık kalınmış olmasına rağmen Wah wah'ın etkin kullanımı ve bu kullanımın düzenlemeye kattığı saldırgan hava pek oturmuş. İkinci olarak da Barış Manço Ölüm Allah'ın Emri çarpıyor göze. Orjinalindeki yabancı rock koleksiyoncularını bile defalarca hayran bırakmış olan zurna melodisi girişi, Replikas düzenlemesinde yerini distorte bir bas ve yaylı tambur birlikteliğine başarılı bir şekilde bırakmış. Üçüncü olarak da canlı halini defalarca dinlemiş olduğumuz Çiçek Dağı. Bu düzenlemedeki en önemli husus, rock gitarı kullanarak Çiçek Dağı'nı Anadolu havasını bozmadan icra edebilmek veya Erkin Koray'ı iyi anlayabilmiş olmak anlamına da geliyor bu; zaten Replikas tarafından kusursuz bir biçimde uzunca bir süredir gerçekleştirilmekte..

Uzun lafın kısası, dersleri hali hazırda çok iyi olan bir öğrencinin bir sınava hiç çalışmadan girip yüz üzerinden yetmiş iki alması gibi bir şey bu albüm.. Ben "olmuş" diyorum..

1 Şubat 2012 Çarşamba

Barış Manço ve İsveç Kulağı

13 sene önce bugün Barış Manço’yu kaybettiğimizde, Türkiye belki bir 100 yıl daha geçse eşi benzerine kolay kolay rastlanamayacak bir insan selinin yasına tanık olmuştu. Barış Manço tıpkı adını verdiği televizyon programı gibi 7den 77ye herkese hitap etmesini bilmiş, herkese kendisini sevdirmiş ve de tabiri caizse herkes onu evden birisiymiş gibi benimsemişti.

Aslında burada ilginç olan ya da bana ilginç gelen husus, Barış Manço’nun 60lı ve 70li yıllarda uzun saçlı erkeklerin İstanbul sokaklarında tartaklandığı yer olan Türkiye’de, bir taraftan rocker olan kimliğini muhafaza etmeye özen gösterirken iken diğer taraftan da kendini her kitleden insana bu kadar sevdirebilmiş olmasıydı.

Barış Manço’nun müziğe kazandırdıklarıyla ilgilenen entelektüel kitle ise kendisini popüler kültür çerçevesinde sevenleriyle kıyaslandığı zaman çok daha incelenesi ve de aslında bu yazının konusunu oluşturuyor. Çünkü bu rocker kimliğin aslında günümüzde Türkiye kitlesinden öte takipçileri de var: Dünyanın dört bir yanındaki plak koleksiyoncuları.

90lı yıllarda üniversitede okurken Anadolu Rock plağı toplamaya başlamış olduğum için Barış Manço’nun 60lı yıllarda yaptığı twist çalışmalarından, Mazhar ve Fuat ile birlikte kaydettiği psychedelic çalışmalara kadar az bilinen bir çok çalışmasını keşfetmek gibi bir şansım olmuştu. Türkiye’de 60lı ve 70li yıllarda yapılmış rock çalışmalarına olan ilgim de 2000li yıllarda devam etmesine rağmen bir süredir plak toplama işini bırakmış, başka türlere yönelmiştim. 2006 senesinin sonbaharında tatil amaçlı yapmış olduğum bir İskandinavya seyahatinde bir gün Stockholm’ün meşhur tarihi çarşısı Gamla Stan’da yürüyordum. Yolda gördüğüm Sound Pollution isimli bir müzik dükkanı, hitap ettiği kitle açısından ilgimi çekti. Bu dükkan Türkiye’deki Heavy Metal dinleyen kesimin de ilgi alanı olan pek meşhur karanlık müzik Swedish Death metal tarzının sunulduğu bir dükkandı. Aslında bu tarz benim ilgimi çekmiyordu. 90lı yıllarda üniversiteden bir arkadaş İsveç’ten Anekdoten isimli bir rock grubunun bir CD’sini getirmişti bir gün okula ve de çok sevmiştim o grubu. Dükkana girip kasadaki arkadaşa Anekdoten’i sorunca beni kendi dükkanının az aşağısında başka bir dükkana yönlendirdi. Mellotronen isimli bu dükkanda kasada duran kişi Anekdoten’in davulcusuydu ve de ilk şaşkınlığı atlattıktan hemen sonra Türkiye’den geldiğimi söyleyince bana direkman Erkin Koray dedi. Şimdi burada parantezi açıp, Erkin Koray’ın Avrupa’daki bu tarz rock koleksiyonerleri için özel olan dükkanlarda bilinen bir müzisyen olduğunu, plaklarının yine aynı koleksiyoncular tarafından ilgiyle toplanıyor olduğunu söylersek aslında Anekdoten’in davulcusunun Erkin Koray’ı biliyor oluşunun çok da şaşılacak bir husus olmadığını anlarız. Fakat yine de, kendisi benim 90lı yıllarda severek dinlemiş olduğum bir İsveç grubunun davulcusu olduğu için Türkiye’nin rock geçmişi hakkında bilgi sahibi olduğunu öğrenmek yine de ülkeden uzak bir dükkanda insanı sevindiriyordu..

90lı yıllarda İsveç’ten çıkma bir grup daha dinlemiştim Landberk diye. Bu grubu tezgahta duran arkadaşa söylediğimde bana dükkanın öteki tarafında plakları karıştırmakta olan sarışın arkadaşı gösterip kendisinin Landberk’in gitaristi Reine olduğunu söylediğinde, bu sefer tam da mekanına gelmiş olduğumu hepten anlamış bulunuyordum. İsveç’in orta yerinde Barış Manço muhabbetinin açılması da bu şekilde başlıyordu. Reine, Türkiye’den geldiğimi öğrendiğinde çok ilgilenip bana elindeki bir çekim CD’den, bu CD’de bir çok Türk rock çalışması olduğundan, hepsinin muhteşem çalışmalar olduğundan fakat hangi çalışmanın kimin olduğu konusunda çok bilgi sahibi olmadığından bahsetti. Daha sonra da bana bilhassa çok seviyor olduğu bir çalışmasının başındaki melodiyi mırıldandığında, Barış Manço’nun 70’lerin ilk yarısında yaptığı Ölüm Allah’ın Emri’nden bahsettiğini anladım.

Bilenler bilir, Ölüm Allah’ın Emri’nin başında çok kendine özgü ve enerjik bir zurna melodisi vardır. Bu şarkı Anadolu Rock denen tarzın Barış Manço tarafından yapılmış çok kaliteli bir örneği oladursun, İsveçli bir rock koleksiyoncusu için çok daha ötedir. Reine için de öyleydi ve de bana şarkının başındaki zurna melodisini tarif ederken, melodinin o ana kadar dinlemiş olduğu en sert ve saldırgan rock melodilerinden birisi olduğundan bahsediyordu. Bize kendi içinde bulunduğumuz kültürden olduğu için güzel bir doğu batı sentezi gelen bir şarkı, İsveçlinin kulağında çok öncü ve sert bir rock tonlaması olarak çınlıyordu.



Reine ile en son 2011 senesinin sonbaharında İsveç’e yaptığım kısa bir seyehatta tekrar görüşme fırsatım olduğunda, Barış Manço ile başlamış olduğu Anadolu Rock hayranlığının çok daha derinlerine indiğini, çeşitli ortamlardan bir çok kaydı plak olarak edinmiş olduğunu ve de Arif Sağ’ın eski dönem enstrümantal çalışmalarına kadar geniş bir yelpazade Türkiye’nin müzikal olaylarını mercek altına aldığına şahit oldum.

Uzun lafın kısası hem Barış Manço, hem de onunla aynı yoldakiler, 60lı ve 70li yıllarda yapmış oldukları sentez müzikle, kendi topraklarımızda bile bihaber olduğumuz bir kitlenin günümüzde ilgisini uyandırdılar. Şu anda aramızda olmayanların hepsinin huzur içinde yatmasını diliyorum…

26 Ocak 2012 Perşembe

Güneye giderken sıkı giyinmek gerek: Kısa bir Arjantin seyahati

Arjantin denince aklıma hep çocukluğum gelirdi. 1986 senesinde, yani ben 8 yaşındayken, Meksika’da yapılan dünya kupası; açık mavi ve beyaz çubuklu formasıyla İngiliz defansını leblebi yer gibi çalımlamış Maradona’nın oynadığı takım. Daha sonra büyüdük ve Beyoğlu’nda bira içecek yaşa gelince Arjantin bardak girdi hayatımıza. Seyahat etmeyi hobi haline getirebilecek kadar ekonomik özgürlük kazandıktan sonra bile Güney Amerika uzak yerdi; gitmesi zordu. Ta ki, Cervantes’te öğrenilmiş birkaç kur çat pat İspanyolcanın yaratacağı motivasyon, kredi kartına 12 taksitle Güney Amerika’ya uçabilmenin bütçeyi sarsmayacak olması, Arjantin’in vize istememesi gibi faktörlerin bir araya gelmesi ve bir Kasım gecesi Frankfurt’tan binip ertesi sabah kendimi Buenos Aires’te bulmama dek...

Aslında Buenos Aires’teki pasaport kontrolü sırasında beklerken bile kendimi hala vizeden muaf olduğuma inandıramıyordum. Onca sene Schengen vizesi çıkarırken, çektirmiş olduğun biyometrik fotoğrafta nasıl baktığına bile kusur bulunmasına alıştıktan sonra elini kolunu sallaya sallaya Arjantin’e girebiliyor olmak acayip geliyordu. Zaten bir akşam önce, Lufthansa çalışanı bile pasaportu incelerken inanamamış, “Arjantin’e vize olmadığına emin misiniz?” diye sormuştu. Sıra gelip de polis damgayı basınca kaygılarımdan kurtuldum: Turista 3 meses! Arjantin resmen “Bırak Schengen’i Avrupa’yı yahu.. Ben sana onların sunacağının on katı muhteşem doğa, taze ve ucuz yemekler, şaraplar, sıcak ortam sunarım. Hem de istersen 3 ay!” diyordu..

Buenos Aires ilk bakıştaki bakımsız görüntüsüne rağmen sizi bir müddet sonra içine çekmesini iyi bilen bir şehir. Şehrin göbeğindeki meşhur dikilitaş El Obelisco ve etrafına bakıldığı zaman ilk yapılan yorum bakımsız bir İspanyol şehrine benzediği olabilir. Fakat bu görüntü şehrin lüks semtlerine doğru yol alındığı zaman yavaş yavaş daha farklı bir görüntüye dönüşüyor. Bu durumu İstanbul’a benzetirsek, Tarlabaşı’ndan Nişantaşı’na doğru yürüdüğünüzde nasıl bir değişim oluyorsa aynı değişimin El Obelisco’nun oradan Buenos Aires’in Nişantaşı’sı Recoleta’ya doğru yürüdüğünüzde de olduğunu söyleyebiliriz.



Fakat Buenos Aires’in insanı yavaştan içine çekmesinde yatan sebep ne lüks semtleri, ne şehrin futbolla yatıp futbolla kalkması ne de tangonun romantikliği. Bunlar tabii ki, şehre ilk ayak basan bir yabancının ilgisini çekecek hususlar: River Plate ve Boca Juniors rekabetine daha yakından şahit olmak için birbirinden tamamen zıt kutupta olan bu iki rakibin, yani sosyetik River’ın ve halkın içinden olma iddiası taşıyan Boca’nın stadyumunu gezmek, Şükrü Saracoğlu stadyumunun 20 sene önceki hali diye resmini çekip internete koyabileceğiniz Boca Juniors stadyumu La Bombonera’nın içindeki müzede güya ünlü futbolcularla sahte fotoğraf çektirmek, La Boca semtine kadar gelmişken renkli evlerin arasındaki ben diyim bohem siz diyin varoş yaşantıya tanıklık etmek; daha sonra da lüks semtler Belgrano, Palermo ve Recoleta’da turlayıp kültürel farkın değişikliğine şahit olmak ve bir de şehrin en gözde tango mekanı Confiteria Ideal’de birkaç figür kapmak… Tabii ki bunların hepsi bu şehre gelince yapılacaklar listesinde başı çeken şeyler. Fakat Buenos Aires’in sizi içine çektiği şeyler değil. Ya da bana göre öyle değil.. Bana göre, şehrin en karakteristik ve en kendini sevdiren özelliği koruduğu nostaljik dokusu ve bu nostaljik dokunun size sundukları.



Konuyu biraz açalım. 2004 yapımı bir Arjantin filmi olan El Abrazo Partido’da çok ilgi uyandırıcı bir husus vardır: Filmin önemli sayılabilecek bir kısmı bir pasaj içinde geçer. Pasaj kültürü.. 2000li yıllarda Güney Amerika’nın en modern başkentlerinden birinde geçen bir filmin iskeletinin bir pasajda oluşturulmuş olması, ama öyle bir pasaj düşünün ki, İstanbul’da henüz daha alışveriş merkezlerinin olmadığı bir dönemde yani 90lı yılların başına kadar İstanbul’da yer almış olan pasaj kültürünün, ama burada günümüzde hala yer alan incik boncuk satan tarihi İstiklal caddesi pasajlarından veya benzerlerinden değil, misal İstanbul’un daha arka planda olan bir semtinin, mesela Kocamustafapaşa’nın pasaj kültürünün 2000li yıllarda halen Buenos Aires’de devam ediyor olması. Sadece bununla kalmayıp, şehrin trafiğe kapalı uzun ince alışveriş caddesi Calle Florida’da sağlı sollu pasajlarla beraber nostaljik çarşı dekoruna caddenin ortasına uzun uzadıya tezgahını sermiş işportacıların eklenmiş olması. Aynı işportacıların geçim kaynağının ihmal edilemeyecek derecede önemli bir kısmının sattıkları Heavy Metal temalı tişörtler olması da bu topraklarda, zaten çeşitli videolardan defalarca şahit olunmuş olan o dinleyici kitlesini doğrularcasına, rock ve metal müziğe olan ilgiyi açıkça ortaya koyuyor.


Nostaljik doku Buenos Aires’te pasaj kültürüyle kalmamakta; çok daha fazlası da var. Vakti zamanında şehrin temelini atmış olan İtalyanlar, buraya gelirken meşhur pizzalarını getirmeyi de ihmal etmemişler ve de seneler içinde Arjantin’in pizzası kendi tarzını öyle bir oluşturmuş ki, şehrin pizzacıları mükemmel bir damak zevkinin gövde gösterisini yapmaktalar. Fakat burada çok daha farklı ve de konumuzla alakalı olan bir nokta var. Buradaki restoranların çoğu eski dekorlarına çok sadık kalmışlar. İstanbul’da bu tip mekanlar; örneğin Kadıköy’deki Baylan Pastanesi, Beyoğlu İnci Profiterol, Tarihi Sarıyer Muhallebicisi gibi mekanlar burada İstanbul’da olduğu gibi gizli saklı köşelerde kalmış keşfedilmeyi bekleyen nostaljik hazineler olmaktan çok; kendini şehrin merkezi ile özdeşleştirmiş, attığınız her adımda karşınıza çıkabilecek yerler; ünü çok da önemli değil. Aslında bu mekanların en göz önünde olan bir tanesi var: Cafe Tortoni. Şehrin simgesi durumunda burası; çünkü hem 150 seneye yakın bir geçmişi var, hem de zamanının tüm sanatçı ve entelektüel kesiminin senelerce buluşma mekanı olmuş bir yer. Fakat nostaljik mekan öyle çok ki şehrin merkezinde, 2009un 70lerde geçen dokunaklı Arjantin filmi El Secreto De Sus Ojos’un yapımcıları böyle bir ortam içinde istedikleri özelliklere sahip dekorları ararken hiç de zorlanmamışlardır.


Nostalji ile modern yapıyı iyi kaynaştırmasını bilmiş olan Arjantinliler, bütün bu mekanların çok da uzağında olmayan Puerto Madero’da modern mimarinin örneklerini de sergilemişler. Arjantin’in meşhur barbeküsü Parilla’yı ve ünü dünyada yeni sivrilmeye başlamış leziz Arjantin şarabı Malbec’i kanal kıyısı manzaralı ortamlarda hem Arjantinlilere, hem de turistlere sunmasını bilip şehre bir artı daha kazandırmışlar.


Güneye giderken sıkı giyinmek gerek demiştik başlarken. Aslında sıkı giyinmek yaz dönemlerinde gelinmiş Buenos Aires için değil, yaz dönemlerinde dahi gidilse yine sıkı giyinmeyi gerektiren Güney Amerika’nın da güneyi Patagonya’dan ve buzullara yaklaştıkça doğal olarak daha da soğuyan havadan kaynaklanan bir sebep.

Patagonya’nın en popüler buzulu Perito Moreno’yu görmek için en yakın şehir olan El Calafate’ye uçak indiğinde gözünüze çarpan ilk güzellik turkuaz rengiyle sizi karşılayan meşhur Argentino gölü oluyor. Gölün kenarından yamacından kaptırıp El Calafate’ye doğru yol alıyorsunuz daha sonra. El Calafate otelleri ve doğası itibarıyla Abant’ı hatırlatan bir yer. Yaz mevsiminde püfür püfür esiyor, tertemiz havayı ciğerlerinize çekiyorsunuz şehirde tur atarken. Perito Moreno turizminden geçinen çok ufak bir yer burası ve tek ana caddesini dağcılık malzemeleri satan dükkanlar ve et lokantaları doldurmuş. Arjantin’in genelinde zaten ünlü olan bir Parrilla var iken bu olay El Calafate’ye geldiğiniz zaman yerini Patagonya usulü kuzuya bırakıyor, önünüze taptaze gelen açık ateşte ve ilkel bir sopa düzeneğinde pişmiş bol kemikli kuzu etiyle birlikte.



El Calafate’den yaklaşık 80 km uzaklıkta bulunan Perito Moreno buzulu, aynı ismi taşıyan koskocaman parkın içerisinde bulunuyor. Bu muhteşem ortamın keyfini çıkarmak için sunulmuş üç aktivite mevcut: Buzulların üstünde trekking, tekneyle buzul kıyılarına doğru yapılan Nautical Safari ve de ziyaretçi platformundan panoramik görüntü. Haliyle ilk iki aktivite geziyi biraz daha heyecanlı bir boyuta taşırken, ziyaretçi platformunun üzerine çıkarak birkaç tane fotoğraf çekmek ve buzulun kopup Argentino gölünün türkuaz rengi suyuna karışmasını izlemek de buralara kadar gelmişken olmazsa olmazlardan. Hatta ve hatta, ziyaretçi platformunun (ve de parkın tamamının) her tarafını süsleyen Güney Amerika’ya özgü kırmızımtırak bitki firebush veya İspanyolca adıyla notro ve arka plandaki buzullardan muhteşem fotoğraf kareleri çıkıyor olduğu da, söylemeden geçilmemesi gerekenlerden.



El Calafate’de yetişen kızılcık benzeri çok meşhur bir meyve var. Zaten şehrin adı da bu meyvenin adının El Calafate olmasından kaynaklanıyor. Likör, reçel, dondurma yapımında; bölgenin meşhur birası Austral’ın aromasında kullanıyorlar bu meyveyi. Buzullarda gün boyu yapılmış bir seyahatten sonra bu meyvenin likörünü yudumlayıp bol soğuk yemiş olan bünyenizi ısıtıyor, buzul maceranızı mutlu bir şekilde sonlandırıyorsunuz. Bir inanış bu meyveden tadanın bir gün Patagonya’ya tekrar geleceğini söylüyor. Duyar duymaz inandım; çünkü ben zaten en başından beri bir gün o topraklara tekrar gideceğime, o muhteşem doğayı daha derinden keşfedeceğime inanıyorum..

15 Ocak 2012 Pazar

La Piel Que Habito

Bu sabah Facebook'ta bir arkadaşla konuşurken konu Pedro Almodovar'ın son filminden açıldığında bana "Çok gitmek istiyorum fakat sinirim bozulacak diye çekiniyorum." dedi.

Atlas Sineması'nın 16:30 matinesinde filmi gördükten hemen sonra kendisine şu mesajı attım:

"Sinirimi bozacak diye çekiniyorum demiştin ya.. Eğer öyle düşünüyorsan kesinlikle gitme ama şunu bil; çok iyi film.."


Pedro Almodovar, hemen hemen her filminde benzer konuları, benzer kadınları, benzer adamları, benzer fonları, hatta ve hatta benzer müzik ve diyalogları kullanan bir yönetmen. Ancak, kafasının içinde öyle şeyler dönüyor ki; kullanmış olduğu bu benzer unsurlar yönetmenin her yeni filminde karşımıza bambaşka bir kimliğe bürünmüş olarak çıkıyor ve bu da kendisini sürekli izlenir kılıyor. Diğer bir dikkat çeken konu da yönetmenin her filminde, sanki hastasına her seferinde daha yüksek dozda ilaç veren bir doktor gibi, tedirgin edicilik boyutunu gitgide daha da arttırması. Bunu izleyiciyi kıyamet gününde çekeceği son filme kadar alıştıra alıştıra sürükleme amacı güderek bilinçli mi yapıyor, yoksa seneler geçtikçe daha tedirgin edici bir hal alan dünyaya paralel olarak mı izleyiciye sunuyor bilmiyorum fakat böyle devam ederse kendisnin çok değil bir 10 sene içerisinde karşımıza çıkaracağı yapıt beni şimdiden bir hayli düşündürüyor.


Karanlığın, şiddetin, sapkınlığın ve gerilimin içinde Buika gibi söylediği şarkılarla bu konuda 180 derece tezat oluşturan bir sanatçıyı filmin içine bu kadar usta bir şekilde yerleştirebilmesi de belirtmeden geçilirse olmazlardan..


Sonuç olarak çok iyi bir film. Yönetmenin seneler geçtikçe ustalığına ustalık kattığının da göstergesi. Fakat yazının başındaki diyalog gibi bir düşünceniz varsa uzak durmanızda yarar olacağını düşünüyorum. Her ruh hali bir değil çünkü..

11 Ocak 2012 Çarşamba

Şangay'da Turist Olmamak

“Bir şehri daha yakından tanımak istiyorsan süpermarketine girip gofret al.” demiş birisi. Ne de güzel söylemiş!.. Bir şehrin turistik atraksiyonlarını tamamlayıp da süpermarketine girdikten sonra, genellikle hep en ücra köşede bulunan gofret reyonuna uzanana kadar bir çok yeni şeyi keşfedip, şehrin kültürü hakkında daha engin bilgilere sahip olabilirsiniz.

Hele bir de söz konusu şehir, Çin Halk Cumhuriyeti gibi girdiğiniz her sokağında batıya olan uzaklığı sonuna kadar hissettiğiniz bir ülkenin şehriyse, seyahat amacı yeni kültürler keşfetmek olan kişiler için adeta hazine niteliğindedir o şehrin ücra köşeleri.

Şangay denince ekonomi ve metropol kelimelerinin akla ilk gelen kelimeler olduğu bilinen bir gerçek. Turistik açıdan Pekin ile kıyaslandığında anında sınıfta kalır Şangay. Bund civarlarında takılıp yüksek yüksek binaların tepesine çıkar, yine bund civarlarından Nanjing Caddesi'nde yürüyüp People’s Square’a ulaşır, daha sonra da çiçeği burnunda 10 numaralı metro hattını kullanarak Yu Yuan Garden’da Uzakdoğu Sultanahmet’i deneyimi yaşarsanız turistik Şangay geziniz hemen hemen sonlanmış demektir. Peki Şangay seyahatinin size vereceği sadece bunlarla mı kısıtlıdır? Aslında konumuzdan ötürü soruyu daha farklı açıdan sormak gerek: Bir şehri gezerken sizi ilgilendiren olayın sadece turistik boyutu mu, yoksa o şehri daha da yakından tanımakla ilgileniyor musunuz?


Lafı uzatmadan konuya geçersek diyeceğim şudur ki; Şangay’da üç adet mühim cadde var: Nanjing Caddesi, Huaihai Caddesi ve de Sichuan Caddesi. Bir gün şehrin eski sakinlerinden birisinin bu üç cadde hakkındaki çok yerinde bir tespitine şahit olmuştum. Demişti ki; Nanjing Caddesi yabancı turistlerin, Huaihai Caddesi Şangay dışından gelen Çinlilerin, Sichuan Caddesi ise Şangaylıların takıldığı caddedir. Bunun üzerine ben de derim ki; Şangay’a ilk ayak bastığınızda Nanjing Caddesi'nde turistik amaçlı atılmış bir tur mantıklı olabilir. Gündüzleri capcanlı geceleri ışıl ışıldır Nanjing Caddesi. Adım başı ara sokaklardan önünüze fırlayıp size çakma rolex, dvd, çanta satmak isteyen Çinlilerle doludur. Onları başınızdan savuşturmak için iki yol deneyebilirsiniz. Birisi Kemal Sunal’ın Yedi Bela Hüsnü filmindeki tehditkar repliği “Suratımı sertleştirirsem görürsün.” repliğini kullanmak, diğeri ise Çince istemem anlamına gelen “Bu yao!” cümlesini kullanmaktan geçer. İkinci yöntemi kullanırken sık aralıklarla “Bu yao, bu yao, bu yao, bu yao, bu yao!” diye bağırırsanız, hem Çince cümlelerin kısalığından dolayı oluşmuş olan daha etkili bir hitap şekli kullanmış olur, hem de satıcıya ufak bir şok yaşatırsınız; komiktir..




Burada hemen ek bir hususa değinmek gerekir. Çin’in bu üç caddesi hatırı sayılır uzunlukta caddelerdir ve de bu yüzden Nanjing Caddesi , doğu ve batı olarak ikiye, Sichuan Caddesi ve Huaihai Caddesi güney, merkez ve kuzey olarak üçe bölünmüş olup, konumuz dahilindeki caddeler, Doğu Nanjing Caddesi, Kuzey Sichuan Caddesi ve Merkez Huaihai Caddesi’dir.

Huaihai Caddesi ise, yabancı sayısının azalıp bolca Çinlinin cirit attığı bir caddedir. Kaliteli restoranlar, sinemalar, sosyetik markalar, Şangay’ın gece hayatına yön veren mekanlar bolcadır bu caddede. Caddede atılmış güzel bir turdan sonra saatler akşam 9-10 sularını gösterdiğinde Şangay’ın en kaliteli iki caz kulübü Cotton Club veya JZ Club’da soluklanılır, canlı müzik eşliğinde bol köpüklü bir iki şişe Belçika birası yudumlayarak (Bilhassa Cotton Club’ın bira menüsü çok şahanedir) Uzakdoğu macerası içinde batı kültürü anılır.



Fakat bu üç caddenin hiçbiri Sichuan Caddesi, ama olayların esas döndüğü caddenin kuzey kısmı Kuzey Sichuan Caddesi kadar Şangaylı değildir. Klasik Şangay dokusunu korumasını bilmiştir bu cadde ve çevresi. Kapitalizm öncesi Şangay’ına ait yerleşim yerleri, binaları bolcadır her ne kadar uzak ufuklara baktığınızda yükselen gökdelenler çokça olsa da. Gökdelenlerin arasına sıkışmış gerçek Şangay’dır burası. Yol üstünde sahafların, antikacıların, 1930ların Şangay ruhunun yaşamaya devam ettiği Duolun Sokağı’na sapıp, eskicileri gezdikten sonra Old Film Cafe’de bir şeyler içip soluklanabilirsiniz. Duolun Sokağı’nın hemen çıkışındaki Doğubank işhanı benzeri mekanda diğer yerlerden daha ucuza bilgisayar ve ekipmanlarını bulabilir, az ilerideki Japon Noodle restoranları zinciri Ajisen Ramen’ın Kuzey Sichuan Caddesi’ne özel eski bina içinde kurulmuş şubesinde karnınızı doyurabilirsiniz.

Aslında yürüyerek yapılan keşif dışında bir güzel yöntem daha vardır bu destinasyonun keşfine dair. Caddenin başlangıcının kesiştiği cadde olan Haining Caddesi üzerinden yahut Kuzey Sichuan Caddesi’nin hemen başladığı yerdeki duraktan 854 numaralı otobüse binmek. Şangay’da klimalı bir otobüste yapılmış tek yön seyahat 2 yuan yani 30 cent civarı bir paraya tekabül eder ve de yaşattığı deneyim paha biçilmezdir. Durduğu her durakta, Şangay diyalektiyle otobüsün durduğu durakları bağıran muavin abla eşliğinde Kuzey Sichuan Caddesi’ni baştan başa geçer 854 numaralı otobüs ve Hongkou Futbol Stadyumu önünden geçerek Fudan Üniversitesi'ne uzanır.


Otobüs Fudan Üniversitesi’nde durmuşken buraya değinmeden de olmaz doğallıkla. Bir üniversite kampüsünün verebileceği her şeyi verir bu Şangay’ın en köklü üniversitesinin kampüsü. Şangay’ın havası kirlidir fakat bu kampus yemyeşildir, sessizdir ve sakindir. Pek araba bulunmaz burada. Çinli öğrencilerin arabayla okula gelme alışkanlığı yoktur çünkü; bisiklet kullanırlar. Sabah erken gelirseniz belki bu yeşilliğin içinde tai chi egzersizleri yapan birkaç yaşlı Çinliye de denk gelebilirsiniz. Hava güzelse Günün her saati, eski kampus binalarının içinde yükselen koca bina Guanghua Towers’ın önünde bulunan yayla gibi yeşil çimlere uzanabilir, güzel havanın keyfini sürebilirsiniz. Kampüsün arka cephesindeki caddenin üzerindeki öğrenci restoranlarında bir hayli ucuza karnınızı doyurup, Fudan öğrencilerinin uğrak mekanı olan ve Çin ruhu katılmış leziz İtalyan usulü pizzalar sunan Ciao Cafe’de, şayet artık değilseniz, öğrencilik yıllarınızın özlemini giderirsiniz. Çıkışta Ciao Cafe’nin hemen bitişiğindeki CD DVD dükkanına da uğrayıp, bilimum pop rock albümlerinin, filmlerin ucuz fakat kalitesi iş görür Çin baskılarından da edinmek istersiniz belki: Üzerinde Çince yazılar olan double bir Pink Floyd – The Wall albümü hangi gezginin ilgisini çekmez ki?

10 Ocak 2012 Salı

Özlenen Mekan Nando's ve Piri Piri

Yanlış hatırlamıyorsam Nando's İstanbul'a 2010 civarlarında açılmış, İstanbul'un alışveriş merkezi gibi göz önündeki ortamlarda kökeni Portekiz olan fantastik yemeklerle tanışmasının miladı olmuştu.

Kökeni Portekiz'in Madeira adası olan afili dana şiş yemeği Espetada'yı, Güney Afrika'daki Portekizliler tavukla yapmayı akıl edip bir de bunu yine Afrika'da keşfettikleri Piri Piri biberinin sosuyla sundular. Böylelikle Nando's, bir konsept restoranlar zinciri olarak temellerini Güney Afrika'da attıktan sonra diğer ülkelere de yayılıp Türkiye'ye kadar ulaştı.

İstanbul'da Mecidiyeköy Cevahir, Bağdat Caddesi ve Ataköy Plus olmak üzere 3 şubeyle hızlı bir giriş yapmasına rağmen yaklaşık 1,5 sene kadar dayanabildi sadece Türkiye'de. Aslında dışarıdan bakıldığında kesinlikle sinek avlayan bir görüntüye sahip değildi ki, bir süre sonra aşırı sık gitmeye başlamış bir müdavimi olan ben, kapanma sebebini bilmesem de franchising ile alakalı bir problem olduğunu düşünümekteyim halen.

Nando's müdavimliğimin sebebi ise eskiden beri olan bol acı sos kullanma alışkanlığım ve de orada ilk defa keşfetmiş olduğum Piri Piri sosunun özel Nando's sunumu olan Extra Hot'ın yaptığı bağımlılıktı.


Piri Piri sosu, et olarak dana veya balıkta iyi uyum sağlayamamasına karşılık tavuğu acı sevenler için inanılmaz bir kombinasyon. Bunun yanı sıra Portekiz usulü pilav, bulgur pilavı ve bilumum sebze yemekleri ve ızgara sebzeler; hatta Nando's deneyiminden hareketle közde mısır ve patates kızartmasında kullanıldığı zaman da acı severler için vazgeçilmez oluyor.

Zaten Piri Piri soslu tavuğu da Portekiz'e yolunuz düştüğü takdirde bilumum mekanlarda kolaylıkla bulabiliyorsunuz. Aslında 2011'de bayram tatilini geçirmek için yolum Portekiz'e düştüğünde şahsen Piri Piri sosunun bu topraklardaki ününden çok da emin değildim. Sonuçta Nando's Güney Afrika'dan çıkma bir zincir, piri piri biberi de yine Afrika'da yetişen bir biberdi. Espetada, her ne kadar Portekiz yemeği olsa da kökeni Madeira adasıydı ve ben de Porto'da denenmiş başarısız bir Espetada'dan sonra bu konunun üzerinde çok da durmamaya karar vermiştim. Ta ki, son gece kaldığım otelin restoranında tesadüfi olarak Calve'nin ufak şişedeki Piri Piri sosunu görünceye dek! Burada belirtmek gerekir bu görünümdeki soslar, mesela Tabasco veya Knorr'un meşhur sosu Acısso, hem ufak şişedeki sunumu, hem de müthiş lezzeti açısından çok başarılıdır. Bu sebeple, benzer bir sunumu Portekiz'de Piri Piri ismi altında görmek çok heyecan vericiydi. O akşamki yemekte, yemeğin üzerine ufak şişeden yapılan çok az bir damlatmanın ciddi acı kıvam ve tat olarak sonuç vermesi, ki Nando's konseptinde sunulan Piri Piri sosu bir tür karışımdır ve de ete ketçap döker gibi dökülür, sosun Portekiz'deki ünü hakkında merakımı daha da bir arttırır oldu.

Portekiz'de son gecem olduğu ve ertesi gün sabahtan havaalanına gitmem gerektiği için bu merakımı, şayet şansım varsa, giderebileceğim tek bir yer vardı. Lizbon havalimanı.. Sosun Portekiz için gerçekten geleneksel bir anlamı olduğunu havalimanındaki dükkanlarda koli halinde gördüğüm çeşitli Piri Piri sosu markalarından sonra daha iyi anlıyordum. İyi ki yerinde bir karar verip markalardan birini 12li koli olarak almışım. Çünkü şu anda evdeki kanat ziyafetlerinde Piri Piri, sofranın vazgeçilmezi olarak tahmin ettiğimden çok daha hızlı tükeniyor; kanat dışında ızgara sebzelere, bilumum sebze yemeklerine, bulgur pilavına, hatta hatta mercimek çorbasında katılmış birkaç damlada dahi muhteşem uyum sağlıyor..


Kim bilir; belki bir gün tekrar cesur bir Türk girişimci sayesinde Nando's ve Piri Piri sosuyla hazırlanmış o leziz tavuk yemeklerini memleket sınırları dahilinde tekrar görebilir, bağımlılık yapan o damak zevkine tekrar kavuşabiliriz.